Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Ersu Şaşma hepimize tepeden bakıyor. Kelimenin tam anlamıyla.

        Herkesin hayatındaki o kritik dönüm noktası, geçmişle bugünü ayıran tek bir kritik telefon konuşması, bir kapının kapanıp bir başkasının açılması, az yürünen yolla diğer patikanın arasındaki ikilem Ersu Şaşma’nın başına 18 Ocak 2021’de saat 04:00 gibi, hiç beklemediği bir anda, o uyurken geliyor. Telefon çalıyor, uykudan uyanıp yanıt veriyor ve İbrahim Halil Çömlekçi’nin öldüğünü haber alıyor.

        Vefat haberini veren Çömlekçi’nin komşuları. Şaşma nasıl yataktan kalktığını, nasıl hazırlandığını, nasıl taziye evine gittiğinin farkında bile değil. “Gittik, olan oldu, geri döndük eve,” diyor. “Benim için o gün spor bitti.”

        Pompidou Müzesi’nin ön cephesine Nike onun adını dev harflerle yazdırmayacak, LED ekranlardan saçılan ışık Paris’in Beabourg mahallesini aydınlatmayacaktı. Uluslararası internet sitelerinde “Olimpiyat’taki atletleri izlerken ağzınız sulanıyorsa…” diye başlayan listelerde adı ve fotoğrafı yer almayacaktı. 24 yaşında, adını bilmediğimiz milyonlarcası gibi herhangi bir genç olarak o hayatına devam edecek ve hiçbirimiz onun hayatıyla ilgilenmeyecektik.

        Ama bugün 5 Ağustos 2024. Ve bugün Ersu Şaşma’nın Türkiye’ye Paris Olimpiyatları’nda sırıkla atlama dalında madalya getirme ihtimali var.

        Olimpiyat Köyü’nde odasından FaceTime’la benimle konuşurken arkadaşlarından biri arkadan Türk bayrağı sallıyor ve “Madalya geliyor,” diye tezahürat yapıyor.

        “Sahiden madalya geliyor mu?” diye soruyorum.

        “İnşallah,” diyor. “Her türlü ihtimal var. Sporda her şey olabilir, o yüzden kesin konuşmamak gerekiyor.”

        Sadece üç buçuk sene önce sporu bırakmayı düşünen, o arada iki Olimpiyat’ta yarışan, şimdi de altın madalya alma ihtimali olan Ersu Şaşma kulübüne, federasyonuna, arkadaşlarına, ailesine, onu kararından döndüren herkese minnettar. Ama her başarısı biraz da Çömlekçi için.

        “O öldükten sonra yapmam dedim, tek başıma yapamam,” diyor. “Onsuz da yapamam. Bir başkasıyla da yapamam. Ama sonra herkes destek verdi ve devam ettirdim. Onun gücüyle devam ettim. Yarım bırakmak da istemedim aslında. Onunla hayallerimiz vardı.”

        Çömlekçi hayatını kaybettikten sonra iki tane Türkiye rekoru kırıyor. Ölmese Tokyo’ya beraber gideceklerdi. Ama hedefleri de sadece Tokyo’ya gitmekti, finale kalmayı bile düşünmüyorlardı. Ersu Şaşma tek başına gidiyor Tokyo Olimpiyatları’na, finale kalıyor. Birlikte bir diğer hedefleri de Paris’te madalya almaktı. “İnşallah o hayalimi de gerçekleştiririm,” diyor.

        *

        Bugün Türkiye’nin Olimpiyat’ta mücadele etmeye hak kazanan tek sırıkla atlama atleti olan Ersu Şaşma ve onu yetiştiren antrenörü İbrahim Halil Çömlekçi’nin tanışması tamamen tesadüf eseri. Şaşma, ikiz erkek kardeşiyle birlikte basketbol oynuyor, Mersin Spor Lisesi’nde okuyor. Aile çocuklarına baskı yapmıyor, ama hangi alanda potansiyel vaat ediyorlarsa oraya yönlendiriyor. Şaşma da aslında başlarda diş hekimi olmak istiyor, ama anne-babası sporda daha başarılı olacağını görüyor.

        Anne lisedeyken basketbol oynamış; baba futboldan voleybola, eskrime kadar farklı branşlarda faaliyet göstermiş. İkiz oğulları da kendilerini bulmaya başladıktan sonra basketbolcu, ya da daha gerçekçi bir hedefle basketbol antrenörü olmak için yola çıkıyorlar.

        Yaşadıkları Mersin’den basketbolcu çıkması zor. “Bir de Türkiye’de bir şeyleri başarmak için adamınız olması gerekiyor, bu yüzden de İstanbul’da olmamız gerekirdi,” diyor. “Ama biz Mersin’deydik. Çok iyi olsak da bir adam gerekiyor, o da yoktu.”

        Kardeşi sonunda basketbol antrenörü oluyor; üniversiteden mezun, belgesini aldı ve Adana’da çalışıyor. Onu ise lisedeki beden eğitim hocası atletizm çevrelerinden tanıdığı Çömlekçi’ye götürüyor ve “Bak bu Ersu,” diye teslim ediyor. “Yeni sırıkçın.”

        Şaşma da belki pek çoğumuz gibi böyle bir branş olduğunun, spor serüveninin buradan yürüyeceğinin farkında değil. Sadece kendisine söyleneni yapıyor; birkaç hareketten sonra Çömlekçi ondaki yeteneği görüyor ve çalıştırmayı kabul ediyor.

        Bu yol ayrımından pişman değil. İkiz kardeşinin kendisinden daha iyi bir basketbolcu olduğunu itiraf ediyor. Basketbolda devam etse, belki bugün herhangi bir takımda sıradan bir basketbolcu olabileceğini kabul ediyor. Böyle bir basketbolcu olmak istemediğini de. Büyük ihtimalle daha fazla parası olurdu, ama Olimpiyatlar’da yarışamazdı. Bugün ise sadece Fenerbahçe’den ve Olimpiyat sporcusu olduğu için federasyondan aldığı maaşla geçiniyor. Zengin değil ama yine de Olimpiyatlar’da olmayı sıradan bir basketbolcu olmaya tercih ediyor.

        *

        Çömlekçi, anladığım kadarıyla sert, yer yer duygusuz ya da varsa bile hislerini belli etmeyen, aşırı disiplinli bir otorite figürü. Bütün sporcu ve antrenör ilişkilerinde olduğu gibi birbirleriyle çok fazla vakit geçiriyorlar, Şaşma onu ailesinden daha fazla görüyor. Öldüğü gün ona ne kadar benzediğini, ondan neleri öğrendiğini, hangi özelliklerini kaptığını fark ediyor.

        Bugünkü antrenörünü de çok seviyor ama onu yetiştiren hocayla ilişkisi ister istemez farklı. Mesela, robot gibi bakmayı, hedefe odaklanmayı Çömlekçi’den öğreniyor. Yarışma saati geldiğinde at gözlüğü takıyor adeta, önünde siyah bir tünel varmış gibi odaklanıyor ve sadece antrenmanı düşünüyor. Yarışırken aşırı soğukkanlı, hatta kendi ifadesiyle kaskatı kesiliyor. Salondaki kalabalığın farkında olmuyor, Olimpiyat’ta yarışıyor olsa da. Bir tek Paris’te anne-babasının farkında, yoksa seyircileri unutuyor. Salondaki sesleri ise çok nadir duyuyor ve koşmaya başlıyor.

        *

        “Bugün 16:30’da servise binip gideceğim, yarışma 19:00’da. Sabah önce kahvaltı ederim. Maalesef yemekler çok kötü, Tokyo’daki yemekleri özledim, keşke oradaki gibi olsaydı. Burada çeşit yok, yiyoruz ama. Sadece karbonhidrat alıyorum, meyve karbonhidrat, yoğurt… Kahvaltıdan sonra odama gelirim, herhalde bir şeyler izlerim. Kendi atlayışlarımı izliyorum bazen. Isınmada kullandığım kıyafetlerimi giyiyorum; kısa tayt ve askılı. Üzerine ceketimi. Çivilimi hazırlıyorum. Yarışma formamı bir gün önceden zaten hazırlamış oluyorum. Çantamı da hazırlarım. Bugün bir de kredi kartı borcumu ödeyeceğim. Isınma alanında Türklere ayrılan yerde biraz dinlerim, müzik dinlerim, o arada masör beni ısıtır. Ardından çağrı odasından yarışmaya geçeceğim. Isınmada birkaç tane deneme atlayışın ardından her sporcunun tanıtıldığı bir sunum var, tam o sırada yarışma alanında üzerimi değiştiririm. Yarışma başladığında sıramı beklerim. Benim sıramdan önce atlayacak sporcunun arkasına geçip kalırım. Ellerimi magnezyuma koyup, rüzgarı bekleyip koşuyorum. Bütün olay toplam 10 saniye falan sürüyor.”

        *

        Olimpiyatlar başladığından beri her sabah uyanıp o gün erkeklerin tayt ya da mayoyla yarıştığı müsabakalardan hangisi varsa onu izlemek için televizyonun karşısına geçiyorum. Hiçbiri de spora olan sevgimden ya da merakımdan değil.

        Koşu ya da yüzme yarışlarında kimin neden kazandığını biliyorum, zaten görmemek imkansız. Noah Lyles artık sporun ötesinde bir şöhret figürü olduğu için kıl payı farkla kazandığı yarışı yüreğim ağzımda takip ettim. Ama genel olarak sportif başarıları bilmiyorum, anlamıyorum ve merak etmiyorum.

        Ersu Şaşma’nın anlattığı o 10 saniyeyi önceki gün tesadüfen televizyonda gördüm ve donup kaldım. O sırada bütün Türkiye başka spor dallarına, başka sporculara, İnternet’te dolaşan geyiklere odaklanmıştı. Ben ise kendi kendime gördüğüme inanamıyor, görüntüyü geri sarıp az önce izlediğim sporcunun gerçekten Türk olup olmadığını teyit etmeye çalışıyor, sonra da hiç kimse bu gencin farkında değil mi diye düşünüyordum. Bunun olağanüstü bir performans olduğunu anlamak için spor bilgisi gerekmiyordu; ben bile fark ettim.

        Ersu Şaşma’nın atlayışı bir tür bale, sinematografik bir an, muazzam bir koreografi ve mimarinin ürünü. İnsanüstü bir sıçrayış; biz ölümlülerle süper kahramanları ayıran bir gizli güç. Elindeki sırık onun silahı, üzerinden atladığı çıtaysa hayatla ölümü ayıran o ince çizgi. Çıtayı geçebilenler anında ölümsüz olabiliyor. O yüzden o 10 saniyeyi de bir kere tesadüfen salondan mutfağa yürürken göz ucuyla yakalamış olmama rağmen neredeyse yavaş çekimde beynime kazındı. Prado’da “Las Meninas”ı görüp, Prado’ya sadece “Las Meninas”ı görmek için gidip önünde donup kalmak gibi bir andı benim için. Bu dünyanın ötesinde, ilahi, paranormal bir tecrübe o atlayış an’ı. Böyle atlayabilen biri biz sıradan insanlardan çok daha üstün bir türe mensup olmalı, kesinlikle aynı gezegenden değiliz ve benzer bir gen haritasına sahip değiliz. Kanı yeşil akan bir Vulcan’lı çıkarsa şaşırmam.

        *

        Paris’te geçirdiğim şu son birkaç aydır, bazen Proust’a özenip çayla birlikte o hafif şişkin minik ‘madeleine’ keklerini yiyip kendi kendime bir öğleden sonra ritüeli yapıyorum. Bazen günün en büyüleyici noktası o madeleine’i ısırdığım an, Proust’un neden bunu enfes bir zevk diye tanımladığını anlıyorum.

        Olimpiyatlar başladığından beri madeleine ritüelim Proust’un tarif ettiği gibi hayatın iniş-çıkışlarını anlamsız, felaketleri zararsız ve kısalığı yanıltıcı kılmıyor ama. Bunun sebebinin Olimpiyatlar’da yarışan elit sporcuların üstün yeteneklerine bakıp hiçbir zaman onlar gibi olmadığımın ve bundan sonra istesem bile olamayacağımdan kaynaklandığına inanıyorum. Bütün hayatını dört yılda bir birkaç saniye veya birkaç milimetrelik fark atabilmeye adamış, davasına bağlı bu vücutları görünce başta kendiminki olmak üzere bildiğim tüm hayatlar anlamını kaybediyor.

        24 yaşındaki Ersu Şaşma her seferinde bir 10 santim daha yukarı sıçrayarak uçuyor ve bu uçuşunu o meşhur belgeselde gördüğümüz Zidane’ın futbol sahalarındaki her davranışı gibi performans sanatına dönüştürebiliyor.

        Kendi 24 yaşımı düşünüyorum: galiba işten atılmıştım, tek kuruşum yoktu ve hatırladığım kadarıyla Beyoğlu’nda tarihi yarımadaya bakan ve adını bir arkadaşımın isminin baş harflerinden—N ve U—alan bir terasta arka arkaya şeftalili daiquri içiyordum. Sabah uyandığımda ne yapacağımı bilmiyordum. Sabah uyanmamı gerektirecek bir sebep de kalmamıştı zaten. Birkaç ay, hatta belki de birkaç yıl boyunca bazı sabahlar böyle geçebilirdi.

        Hayatımın dönüştüğü halden şikayetçi olmam nankörlük olur. Pek çoklarından daha şanslıyım ve tek yapabildiğim işle hayatımı kazanıyorum ve hala yaptığım işi seviyorum. Ama Ersu Şaşma’nın o 10 saniyelik atlayışını izliyorum ve ‘Bir de bu hayata sırıkla atlayabilmeyi ekleseydim,’ diye düşündüğüm oluyor.

        Dışarıdan çok absürd, çok saçma, hatta alay edilesi görünebilir. Ama benim kendi içimde bu kaygının son derece mantıklı bir açıklaması var: bir amaca kendini adamak, bütün hayatını o amaç uğruna şekillendirmek, hedeften milim sapmadan hep ilerlemek, hep çıtayı—kelimenin tam anlamıyla çıtayı—yükseltebilmek, bütün bunu da dünyayı değiştirmek gibi büyük idealler için değil, bir 10 saniyelik yarışma için yapabilmek.

        Kendimde böyle bir hırs ya da odaklanma görmüyorum. İllaki dikkatim dağılırdı. Ve hiçbir kişiye ya da amaca böylesi bir bağlılık beslemiyorum.

        *

        Ersu Şaşma en son ne zaman hamur işi yedi?

        “Üç gün önce.”

        Tamam, o da hepimiz kadar dünyalıymış. “Ama fark etmez,” diyor. “Ben istediğimi yiyorum, çünkü her gün antrenman yaptığım için hemen yakıyorum ve metabolizmam çok hızlı çalışıyor.”

        O kadar da dünyalı değilmiş.

        *

        Joan Didion gazetecilik yaparken en çok insanlarla konuşmaktan, randevu almaktan, telefon açmaktan yorulduğunu ve kaçındığını yazıyor. O cümlesinde kendimi bulmuştum; çünkü bu iş her ne kadar sürekli birileriyle konuşmayı gerektirse de o telefon açma anına gelene kadar benim de ne işkenceler çektiğimi bir başkasının da anladığını görmüştüm. Bazen sırf bu yüzden sadece dışarıdan bakmak istiyorum. Bazen bu isteksizliğimden ayağıma gelen fırsatları da zorlamıyorum.

        Ersu Şaşma’ya da ısrar etmedim. Pazar günüydü, antrenmandan çıkmıştı ve Olimpiyat Köyü’ne gelip gelemeyeceğimi soruyordu. O ana kadar içimden belki mesajıma yanıt vermez, belki hiç konuşmayız, diye geçirdim.

        Aslında onunla konuşmak için ilk başta heyecanlandım, ama o heyecan kendi antisosyal damarıma çabuk yenildi. Hatta telefonda konuşurken bile belki beni reddeder, ben de çay ve madeleine ritüelime döner ve televizyon karşısına geçerim diye umut ediyordum.

        Şaşma son derece cana yakındı, görüşmeye razıydı ama ortada lojistik bir sorun vardı. Benim Olimpiyat Köyü’ne girme iznim yok, ama kapısına kadar gidebilir, eğer o çıkabilirse orada bir yerde, mesela bir bankın üstünde görüşebilirdik.

        Bu teklifim anlamadığım bir şekilde onda tereddüt yarattı. Görüşmeye razı olmasına rağmen benim için son derece sıradan bir teklif olan kapıda buluşma önerimi önce antrenörüne havale etti. Birkaç dakika sonra beni yeniden aradığında antrenörünün telefonla görüşmemizi istediğini söyledi. “Boşver Ersu, yürüme dedi,” dediğini de aktardı.

        İlk eşiği aşınca gerisi kolay; normal şartlarda ısrarcı olurdum. Hatta kapısına dayanırdım, ne yapıp edip yüz yüze görüşmenin bir yolunu bulurdum. Tam 14 trenine binmek üzereydim. Ama bir anda kafama dank etti ve hemen FaceTime yapıp görüşmeyi önerdim.

        Antrenörü “Yürüme,” derken belli ki bir bildiği vardı. Bir gün sonra hayatının en önemli yarışmasına çıkmaya hazırlanan elit bir sporcuydu karşımdaki ve hayatları biz ölümlerinki gibi ilerlemiyor, bizim değerlerimizle ölçülmüyordu. Köyde Türk sporcularının kaldığı binadan kapıya çok da kısa olmayan o yolu yürümesinin belki de performasına etkisi olabileceğini düşündüm. O yürüyüş yüzünden ertesi gün atlayamasa bunun suçluluk duygusunun altlından kalkabilir miydim?

        Bir ipucu vereyim: Gazetecilerde genelde pek suçluluk duygusu olmaz. Ama ben de o madalyayı aldığını görmek istiyorum.

        *

        Olimpiyat Köyü’ndeki odasından FaceTime yaptığım Ersu Şaşma tıpkı ekrandan göründüğü gibi bir “nerd.” Zaten kendisi de bu tanımı reddetmiyor. “Dersine çok çalışan inek öğrenciler gibi ben de sporda öyleyim,” diyor. Özellikle gözlüklerinden dolayı kendisine “nerd” benzetmesi yapılıyor.

        Bir ara lens kullanmış ama alışamamış; batmış, kaşıntı yapmış. Zaten kendi kendisine takamıyormuş, vazgeçmiş. Başka gözlüklü sırıkçı olmadığı için Kareem Abdul-Jabbar’ın Lakers’da oynarken kullandığının benzeri, atlayışlarda kullandığı kafasını saran sporcu gözlükleri onun da bir anlamda imajı olmuş.

        Üç-dört yıldır yüksek atlayışlarda tam mindere düşerken bir de kameralara işaret parmağıyla selam çakıyor. Toplam 10 saniyelik bir performansta, üstelik koşu ve sıçrayıştan başka hiçbir şey düşünmeyen bir beyin nasıl oluyor da bu hareketi yapabiliyor? Sıçrayıp çıtayı geçene kadar bilincinin tamamen kapalı olduğunu, geçtikten sonraysa bir anda açıldığını söylüyor. “Geçtikten sonra artık farkındayım,” diyor. “Geçerken tam oraya bakıyorum, değmediysem tamam hareketi yapabiliyorum.”

        Pazar günü dünyanın, ya da en azından sosyal medyanın, gündeminde bir başka sırıkçı vardı: Fransız atlet Anthony Ammirati. Ama sportif başarısıyla değil, diskalifiye olmasıyla konuşuluyordu. Ya da İnternet’teki zeki esprilerin birinde dediği gibi “dickskalifiye” olmasıyla.

        Herhalde şu ana kadar milyonlarca kere izlenen o video’da Ammirati’nin genital bölgesindeki şişlik sırıkla atlarken yüksekliği belirleyen çıtaya çarpıyor, çıta düşüyor, o da eleniyor. Bu video’yla ilgili yapılmayan espri kalmadı ama “Her şeyin fazlası zarar,” favorilerimden biri.

        Bu video’yu Şaşma’ya sormazsam olmazdı. Ama konuştuğumuz süre boyunca son derece düzgün, adabını bozmayan, hatta o “nerd” haliyle neredeyse hiç mizah anlayışı yokmuş gibi duran birinin nasıl karşılayacağını bilmiyorum.

        “O an gerçekten yarışmada dikkat etmedim, bakmıyordum, sonradan videoda gördüm,” diyor. “Bu normal, olabilir, orada sürterek geçtiğimiz için onunki de belki biraz fazla olduğu için çok göze çarpmış. Tayt giydiğimiz için bütün herkesinki belli oluyor.”

        Ama asıl merak ettiğim bu değil. Asıl merak ettiğim: “Çok küçük olup kazanmak mı daha önemli, çok büyük olup kaybetmek mi? Nasıl bir tercih yapmak isterdiniz?” Genel kanı, bütün erkekler hep daha büyük olmasını istediği yönünde değil mi?

        Biriyle söyleşi yapmanın benim için nasıl bir işkence olduğunu, o telefonu açıp randevu almanın ne kadar ağır bir yüke dönüştüğünü, bu yüzden çoğu zaman insanlarla konuşmaktan kaçındığımı boşuna uzun uzun anlatmadım. Bazen, her zaman olmasa da birisi öyle bir laf eder ki bütün o işkenceye değer. Hayattaki evlilik, mezuniyet, çocuğun doğumu gibi özel günler gibi gazetecilikte de bu anlar çok nadir ve sayılıdır. Ersu Şaşma’nın bana sorduğum binlece soruya aldığım binlerce yanıta karşı bugüne kadar verilmiş belki de en iyi yanıtı verdiğini söyleyebilirim.

        “Düşürecekse hiç olmasın.”