Abdülhamid'in Japonlar tarafından katledilen torununun hazin öyküsü
Murat Bardakçı yazdı...
New York’ta, 1935 Ağustos’unda bir cinayet işlendi ve Sultan Abdülhamid’in torunlarından olan Şehzade Abdülkerim Efendi kaldığı otelde katledildi. Japonlar’ın Türkistan İmparatoru yapmak istedikleri iki çocuklu şehzadenin çıkan bazı anlaşmazlıklar yüzünden Japon gizli servisi tarafından katledildiğine inanıldı.
PU-Yİ, Çin’in son imparatoruydu... Dünya, Pu-Yi’nin hikâyesini İtalyan rejisör Bernardo Bertolucci’nin 1987’de çevirdiği ve dokuz Oscar alan “Son İmparator” filminden öğrendi... Tahta iki yaşındayken çıkmış, 18’inde sürgüne yollanmıştı.
Japonlar İkinci Dünya Savaşı öncesinde PuYi’yi Mançurya'ya götürmüş, orada kurdukları kukla yönetimin başına geçirmiş, 1934’te imparator ilân edip Mançurya İmparatoru yapmışlardı. Pu-Yi savaş sonrasında Ruslar’a esir düştü, Çin’e iade edildi ve bir hapishanede senelerce sosyalizm eğitimi gördükten sonra serbest bırakıldı. Artık sıradan bir Çin vatandaşıydı ve 1967’de dünyadan ayrılışına kadar, Pekin’de bahçıvanlık yaptı.
CAN KORKUSUNDAN KAÇTILAR
Pu-Yi, Japonya macerasında tek başına değildi... Yanında İstanbu l’dan gelen iki imparator adayı daha vardı ve bu adayların mevcudiyeti bugüne kadar pek bilinmedi, hep gizli kaldı... İkinci Dünya Savaşı öncesinde Doğu Asya’nın Rus hâkimiyetindeki kısmını ele geçirmek isteyen Japonya, kurmayı tasarladığı uydu devletlerin hükümdarı olarak düşündüğü adayları soylular arasından seçmişti: Mançurya tahtına Çin’in eski imparatoru Pu-Yi ve Türkistan’la Moğolistan tahtlarına da iki genç Osmanlı şehzadesi; Abdülhamid’in torunları olan Abdülkerim ve Orhan Efendi oturacaktı. Pu-Yi Pekin’den sürgün edildiği günden itibaren zaten Japonlar ile beraberdi, Osmanlı şehzadeleri ise Suriye’de yaşıyorlardı... Şehzadelerle Japonlar adına ilişkiyi, sarayın bazı eski mensupları sağladı... Beyrut’tan bin dikleri vapurla haftalar süren bir yolculuktan sonra Hindistan ve Singapur üzerinden Yokohama’ya ulaştılar. Müstakbel imparatorları burada Japon sarayının önde gelenleri karşıladı. Hep beraber Tokyo’ya geçildi, şereflerine davetler verildi, Japon veliahdı tarafından kabul edildiler ve tahta oturtulacakları günü beklemeye başladılar. Olan, işte ondan sonra oldu.
Japonlar ile prensler arasında anlaşmazlıklar çıktı, kavgalar yaşandı ve şehzadelerin taht beklentisinin yerini can korkusu aldı. Abdülkerim ve Orhan Efendiler, Çinhindi’nin gözlerden ırak bir limanına geçip izlerini kaybettirdiler. Orada vedalaştılar, yollarını ayırıp iki ayrı gemiye bindiler. Abdülkerim Efendi New York’a, Orhan Efendi de Buenos Aires’e gitti.
KANLAR İÇİNDEKİ CESED
Ama, peşlerinde, bir alay Japon ajanı vardı... Ajanlar, Güney Amerika’nın derinliklerinde Orhan Efendi’ye ulaşamadılar ama Abdülkerim Efendi’yi bulmaları kolay oldu. Genç şehzade New York’ta küçük bir otelde kalıyordu. Polis, 1935 Ağustos’unun ilk haftasında, bir gece şehzadenin kanlar içerisindeki cesedini buldu. Elinde bir tabanca vardı ve şakağından vurulmuştu. Ölümü raporlara “intihar” diye geçti ama yakın çevresi ve akrabaları “cinayet” dediler ve iflâs etmiş Türkistan politikasının intikamını almak isteyen Japonlar’ı suçladılar.
‘BÜYÜK YANLIŞLAR YAPTIK’
Ben, bu Japonya macerasını hadisenin kahramanlarından birinden, çok sonraki senelerde Türk vatandaşlığına geçip “Osmanoğlu” soyadını alan Şehzade Orhan Efendi’den defalarca dinlemiştim. Abdülhamid’in torunu ve Moğolistan tahtının adayı olan Orhan Efendi “Kabahat bizdeydi” diyordu... “Serde, gençlik vardı. Önce, o tahtları kabul etmekle hata ettik, sonra daha da büyük yanlışlar yaptık. Netice malûm, ben Brezilya’ya gidip izimi kaybettirdim ama olan zavallı Abdülkerim’e oldu.”