Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Sinema salonlarında 2021’in en iyi filmleri
        1

        10. ŞEKER ADAMIN LANETİ
        (Candyman)

        ‘Şehir folkloru’ ile korku gerilimin buluştuğu filmde bakması zor çok kanlı şiddet sahneleri var. Rahatsız edici bir bedensel dönüşüm sürecini ele alması itibarıyla ‘biyolojik korku’ adı verilen alt türü hatırlatan sahneleri de unutmayalım. Yönetmen Nia DaCosta eski usul gerilimle pek ilgisi olmayan, daha çok 1980’lerde rüştünü ispatlayan ‘teen-slasher’ tarzında bir filme imza atıyor. Açılışta yapımcı şirket logolarının ters yansımalarının gösterilmesinden itibaren bütün filme damga vuran ayna metaforunu unutmamak gerek. Öykünün ana karakteri sanatçı McCoy için ayna, içindeki şiddetin yansıması anlamına geliyor. Aynı zamanda ırkçı şiddetin tersine dönmesi de var tabi ki… Şeker Adam sadece doğa ötesinden değil, ABD’nin kanlı geçmişinden geliyor ve beyazların siyahlara uyguladığı şiddet, aynadan yansıyarak beyazlara dönüyor… Sadece 1992 yapımı ilk filmin devamını getiren bir hikâye yok karşımızda. Efsanenin parçası haline gelen ilk filmin öykü örgüsünü farklı şekilde yorumlayan bir film seyrediyoruz. Senaryo ilk filmin özünde yatan parlak fikirleri ortaya çıkarırken beyaz bakış açısı dahil zayıf yanlarını yok etmeyi de ihmal etmiyor.

        2

        9. SEVGİLİ YOLDAŞLAR
        (Dorogie tovarishchi! – Dear Comrades!)

        Yönetmen Andrey Konchalovskiy’nin senaryosunu Elena Kiseleva ile birlikte yazdığı ‘Sevgili Yoldaşlar!’, Rusya’da ancak 1992 yılında konuşulmaya, tartışılmaya başlanan Novoçerkassk katliamını anlatıyor. Konchalovskiy, katliamı sistem muhalifleri ve anti-komünistler üzerinden anlatmıyor. Kamerasını grevin başladığı fabrikaya da çevirmiyor. Protesto gösterisi olarak başlayıp halk ayaklanmasına dönüşen eylemlerin gelişimini partinin bölge yöneticileri, bürokratlar, yüksek rütbeli subaylar ve KGB memurlarının bakış açısından yansıtıyor. Orada korkuyu, çaresizliği ve otoriter sistemin bütün çıkışsızlığını görüyoruz. Sosyalizmin tüm ideallerinin Parti çıkarları adına nasıl ayaklar altına alındığına tanık oluyoruz. Eylemin ruhunda sosyalizme olan inanç var. Ki, baştan sona, her şeyiyle bir işçi sınıfı eylemi olarak gelişiyor. İnsanların yiyecek bulamadığı, temel tüketim maddelerine zam geldiği bir dönemde işçi ücretlerinin düşürülmesiyle başlıyor her şey. Konchalovskiy belli ki daha en baştan ‘kötü komünistler iyi insanlara karşı’ konsepti üzerinden ilerlemek istememiş. Sonuçta, KGB görevlileri dahil herkesin vicdanı var. Ama demokrasinin, şeffaflığın esamisinin okunmadığı, devletin partiye partinin devlete dönüştüğü bir ortamda bireysel vicdanların çok fazla işe yaramadığını gösteriyor bize. Sosyalist ideallerle otoriter rejim arasındaki uzlaşmaz çelişkiler üzerine kuruyor filmini.

        3

        8. BAĞLILIK: HASAN

        Geçimini babasından kalan topraklarda çiftçilik yaparak sağlayan Hasan (Umut Karadağ) ile eşi Emine’yi (Filiz Bozok) tanıdıkça sadece kendi hedeflerine odaklanan, başkalarını pek düşünmeyen insanlar olduklarını anlamak pek zor değil. Yıllardır bekledikleri haberi alıp Hac için Mekke’ye gitmeye hazırlandıkları dönemde, Hasan ‘kul hakkı yememek’, ‘helallik istemek’, ‘helalleşme’ gelenekleri üzerinden hayatına, ilişkilerine farklı bir yerden bakma ihtiyacı duyuyor. Hayatını üzerine kurduğunu düşündüğü sözde manevi değerlerle eylemleri arasındaki çelişkilerle yüzleşiyor. Yıllardır görmediği, konuşmadığı abisiyle helalleşme isteği ise onu hiç beklemediği bir hayat tecrübesine doğru sürüklüyor… ‘Bağlılık: Hasan’ birçok yerden okunabilecek, yorumlanabilecek bir film. Kendi adıma, hayatı boyunca dini vecibelerini belirli ölçülerde yerine getirmenin, inanmanın her şeye yettiğini düşünen ama vicdanıyla hiç yüzleşmeyen bir adamın trajedisi olarak okudum ‘Bağlılık: Hasan’ı… Hasan’ın finaldeki çaresizliği, bazen yakınlarımızın ölümünden daha acı deneyimler olduğunu getiriyor akla. Sadece inanmanın yetmeyeceğini, çevremizde etkileşime geçtiğimiz tüm insanlarla olan bağımız üzerine düşünmemiz gerektiğinin altını çizen bir film ‘Bağlılık: Hasan’. Kaplanoğlu, doğanın bereketli olduğu bir coğrafyanın huzur veren güzelliği içinde yaşamasına rağmen yıllar içinde ruhu çoraklaşan Hasan’ın öyküsünü sade, duyarlı ve etkili bir sinemayla anlatıyor.

        4

        7. DUNE: ÇÖL GEZEGENİ
        (Dune: Part One)

        Yönetmen Denis Villeneuve, Frank Herbert’ın eserinden bir üçleme olarak tasarladığı serinin ilk filminde romanın yarısından daha ileri gitmiyor. Villeneuve, filmin duygusunu ve anlatımını, ana karakter Paul Atreides’in sahip olduğu özel güçler etrafında kuruyor. ‘Rüyalar derinlerden gelen mesajlardır’ diye başlayan filmde kendi adıma nerdeyse başta sona saykodelik (psychedelic) bir hava hissettiğimi söyleyebilirim. Gezegendeki maddenin gerçeklik algısı değiştirmesi üzerinden gidersek buna bir çeşit ‘baharat kafası’ da denilebilir. Villeneuve’ün tüm filme müziği, görüntüsü, ritmi, kurgusuyla yarı rüya yarı gerçek bir hava verdiğini düşünüyorum. Hans Zimmer’in, bazen ritmin melodinin önüne geçtiği, elektronik tınılara yer veren ve destansı havayı kaybetmeyen müziği kadar, filmin ara sıra monokrom renklere kayan görüntü yönetiminde de bu yarı gerçek dışı, saykodelik havayı hissettim. Özellikle çöl imgeleri çok güçlü… Hareket halindeki bir kum denizini andıran çöl, birçok sahnede canlı bir organizma gibi. Politik alt metinlere baktığımızda Villeneuve’ün, Herbert’ın çizdiği çerçevenin çok dışına çıktığı söylenemez. Arrakis gezegenindeki çölden elde edilen baharat, hiç kuşkusuz Ortadoğu’daki petrolü akla getiriyor. İmparator ve gezegende sürdürülen baharat ekonomisi, bizi direkt olarak Batı emperyalizmine bağlıyor. Sömürünün beraberinde ekolojik sorunları getirdiğini de hissediyoruz ama bu tema ilk film itibarıyla çok geliştirilmiyor.

        5

        6. SON DÜELLO
        (The Last Duel)

        Fransa’da kayıtlara geçen 1836 tarihli son resmi düelloyu ve öncesindeki olayları konu alan film, yıllara yayılan hikâyeyi üç farklı bakış açısıyla getiriyor karşımıza. Önce Marguerite de Carrouges’un (Jodie Comer) eşi Jean de Carrouges’un (Matt Damon) gözünden izliyoruz hikâyeyi. Peşinden tecavüz iddiasını kabul etmeyen Jacques Le Gris (Adam Driver) giriyor devreye ve her şeyi onun bakış açısından takip ediyoruz. Son olarak, Marguerite’in anlattığı hikâye geliyor karşımıza. Carrouges’un öyküsü, anlatım olarak eski usul 1950’lerden kalma tarihsel epikleri hatırlarken; Le Gris’nin öyküsü, 1980 ve 1990’ların eğlenceli ve renkli tarihi filmlerini akla getiriyor. Marguerite’in öyküsünde ise yönetmen Ridley Scott bugünün sinemasına daha çok yaklaşıyor. Kamerasını daha hareketli tutarken, yakın planların sayısını artırıyor. Hikâyenin toplumsal yanını ve hukuki sürecin ilerleyişini de Marguerite’in gözünden takip ediyoruz. Bu arada, dönemin kadın düşmanlığının özellikle saray mahkemesinde ulaştığı nokta, gerçekten asap bozucu. O noktada Marguerite de Carrouges’un gösterdiği cesaret, daha anlamlı ve çarpıcı hale geliyor. Kadın düşmanlığı ve erkek iktidarının anlamlı bir eleştirisi…

        6

        5. MİNARİ

        Amerikalı yönetmen Lee Isaac Chung’ın kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı film.1983’te ABD’de Arkansas’ta geçiyor. ‘Minari’, büyük risklere girme pahasına kendi çiftliğine sahip olmak isteyen hayalci Jacob ile çocuklarının geleceğine odaklanan, sağduyulu ve gerçekçi eşi Monica arasındaki çatışma üzerinden ilerlemiyor yalnızca. Hayalindeki nineyi bulamayan David ile çok sevdiği torunlarına kendini olduğu gibi kabul ettirmeye çalışan büyükanne Soon-ja arasındaki anlaşmazlıkları da seyrediyoruz. Jacob - Monica ilişkisi filmin dram ayağını oluştururken, David’in büyükannesine olan isyanı, hikâyeyi incelikli bir durum komedisine taşıyor. Her tür zorluğa karşı başarıya ulaşacak göçmen bir ailenin hikâyesi gibi başlayan ‘Minari’ gerçekçilikten pek sapmıyor. Başarı ya da başarısızlıktan ziyade göçmenliğin neden olduğu farklı ruh hallerini inceliyor. Jacob ve Monica göçmenlik psikolojisinin iki farklı yanını temsil ediyorlar: Monica, mütevazı ama sağlam bir hayata ve sosyal uyuma önem verirken; Jacob girişimci ruhu ve başarıyı her şeyin üstüne koyuyor. Belki çok derinlere inen bir film değil ama büyük ve iddialı şeyler söylemeden derdini anlatıyor. Filmin güzel yanı galiba bu iddiasızlığı...

        7

        4. FRANSIZ POSTASI
        (The French Dispatch)

        Yönetmen Wes Anderson, bu kez seyircilerin karşısına üç ayrı hikâye anlatma vaadiyle çıkıyor ama filmde daha fazlası var. The French Dispatch adlı dergi ve onun sahibi, yayıncısı Arthur Howitzer Jr. (Bill Murray) üzerine kurulu olan girizgahın en az öyküler kadar önemli olduğu kesin. Filmin kalbindeki asıl meselenin yeni medya çağında yeni kuşağın tümden unuttuğu eski usul dergicilik ve o dergilerde çıkan edebiyat tadındaki yazılar olduğunu düşünüyorum. Bütün filmi belirleyen, bize 1950’leri, 1960’ları hatırlatan o nostaljik yaklaşım da böylece anlam kazanıyor. Sonuçta, akıllı telefonların, bilgisayarların, sosyal medyanın olmadığı bir çağın heyecanı ve masumiyeti var filmde. ‘Fransız Postası’nın Anderson’un önceki filmlerinden farkı, galiba ‘çok daha fazla imge’ içermesi. Anderson’un hikâyeleri ve kadraj düzenlemeleri, Avrupa sinemasını akla getirse de kurgu baştan sona Amerikan tarzı. Önceki Anderson filmlerine göre galiba biraz daha hızlı bir ritim bu… Anderson’un 1.37:1 ve 2.39:1 gibi formatlar arasındaki gidiş gelişlerini, siyah beyaz ve renkli arasındaki seri geçişlerini, araya girdiği animasyon bölümleri çok sevdim. Dijital değil 35 mm pelikül film ve anamorfik lenslerle çekilen ‘The French Dispatch’de görüntü yönetmeni Robert Yeoman’ın yılın en iyi işlerinden birini çıkardığını düşünüyorum.

        8

        3. KÖRKÜTÜK
        (Druk – Another Round)

        ‘Körkütük’ orta yaş bunalımı yaşayan dört lise öğretmeninin hayata yeniden bağlanmak istemeleri üzerine bir film... ‘Kayıp gençliklerini bulma arzularını’ da unutmamak gerek. Alkol, onlar için kaybedilmiş gençliğe yeniden kavuşmalarını sağlayan bir araç. Ayrıca, her şeyin başladığı noktaya dönersek, mesai saatleri içinde alkol kullanmaya kendi mutluluklarından ziyade ‘daha iyi öğretmen’ olmak için başladıklarını biliyoruz. ‘Körkütük’ öğretmen – öğrenci ilişkileri açısından da kayda değer bir film. Öte yandan, işini en iyi şekilde yapmaya çalışırken içindeki yaşama enerjisini ve ‘gençlik duygusu’nu kaybeden tüm yetişkinlere hitap eden bir yanı da var. Eğitimi konu alan diğer filmlerden en önemli farkı, öğretmen – öğrenci ilişkilerini, öğretmenlerin kaybedilmiş gençliğe ulaşma arzusu üzerinden ele alması… Çünkü öğretmenler içlerindeki gence yaklaştıkça öğrencilerle daha güçlü bağlar kuruyor, daha anlayışlı oluyorlar. Film boyunca arkadaşlarının ısrarlarına karşın dans etmeyen Martin’in, finalde adeta kendini kaybetmesi ve şahane figürlerle dans etmeye başlaması unutulacak gibi değil. Uzun süredir seyrettiğim en iyi final sahnesi bu…

        9

        2. YEŞİL ŞÖVALYE
        (The Green Knight)

        Yönetmen David Lowery’nin 14. Yüzyıl’dan kalma ‘Sir Gawain and the Green Knight’ adlı, yazarı bilinmeyen şiir formundaki hikâyeden uyarladığı ‘Yeşil Şövalye’, tarihi - fantezi - aksiyon filmi gibi pazarlanan büyük bütçeli bir ‘sanat filmi’… David Lowery’nin yer yer uzun çekimler kullandığı, hızlı kurguya çok rağbet etmediği ‘Yeşil Şövalye’yi görsel işitsel bir deneyim olarak baştan sona beğenerek izledim. Lowery’nin her filmine kişisel damga vurmayı bilen bir yönetmen olduğu kesin. Özellikle Amerikan sinemasında çok nadir gördüğümüz bir ritim ve estetik duygusuna sahip. Çıplak kadın devlerin Sir Gawain’in önünden geçip gittiği vadi sahnesi başta olmak üzere filmdeki birçok imge, onu benim gözümde ‘ressam yönetmenler’den biri haline getiriyor. Günümüzde birçok anaakım sinemacı yüksek bütçeyle görüntüyü mükemmel hale getirebiliyor. Lowery ise bütçeden bağımsız olarak görüntüye anlam katmasını bilen yönetmenlerden. Yeşil Şövalye ile Sir Gawain’in filmin başında ve sonunda yaşadığı karşılaşmaları resimsel olarak karşılaştırmak dahi onun görsel güzellikten çok anlama odaklandığını açık bir kanıtı. Seyri zor olsa da yılın en iyilerinden biri.

        10

        1. BABA
        (The Father)

        ‘Baba’, bizi demans sorunları yaşayan 80 yaşlarındaki Anthony (Anthony Hopkins) karakterinin zihnine götürüyor ve dünyaya onun gözlerinden bakmamızı sağlıyor. Kuşkusuz sürekli onun zihninde değiliz. Seyrettiğimiz her şeyin gerçek hayatta karşılıkları var. Ama hangi olayların hatıra olarak Anthony’nin zihninde yeniden canlandığını, hangi olayların gerçekten yaşandığını kestirmek en başından itibaren kolay değil. Florian Zeller’in senaryo yazarı olarak tasarladığı hikâye kurgusu çok iyi işliyor. Zeller’in yönetmenliğine baktığınızda bir ilk film olduğuna inanmak kolay değil. ‘Baba’ plan bağlantıları, mekân kullanımı, kadrajları ve her şeyiyle sağlam bir film. ‘Baba’ estetik olarak verdiği keyiften ziyade, demansın ne kadar ağır ve zor yaşandığını hissetmemi sağlayan bir film olarak kalacak hafızamda. Film boyunca, en sevdiğiniz insanların hafıza kaybına yol açan hastalıkların pençesine düşmemesi için dua ediyorsunuz ister istemez... Öte yandan, demansın hasta yakınları için ne kadar ağır ve zor bir süreç olduğunu bir kez daha kavrıyor, onlara sabır diliyorsunuz. Aslına bakarsanız, ‘Baba’ hafıza kaybını anlatmıyor. Hafıza kaybının ta kendisi olmaya çalışıyor ve bunu başarıyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ