Son 5 yılda kadın yönetmenlerden gelen 20 unutulmaz film
Kadın yönetmenlerin dünya sinemasındaki ağırlığı gün geçtikçe artıyor. İşte son 5 yılda çekilen ve kadın yönetmenlerin imzasını taşıyan, farklı türlerde birbirinden iyi 20 film. Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar'ın seçkisi.
WONDER WOMAN (2017)
Gal Gadot’un canlandırdığı Amazon prensesi Diana, I. Dünya Savaşı’nı bitirmek amacıyla yaşadığı cennet adayı terk ederek Almanların geliştirdiği kimyasal silahın peşine düşer. Resimli romanlarda kadınların, genellikle “arzu nesnesi” olarak yer aldığı bir dönemde Wonder Woman güçlü kadın imgesinin temsilcilerindendi. Sinemada da aynı imgenin hakkını veriyor. Diana’nın büyüdüğü ada, kadınların yönettiği uygarlık dışı bir mekân... Filmde Diana’nın saflığı üzerinden bir uygarlık eleştirisi var. Özellikle Londra bölümünde kadının meclisten ve ordudan dışlandığı bölümlerde feminist eleştiri ağır basıyor. Diana savunduğu barış idealiyle idealist bir kahraman. Sadece fiziksel olarak değil, vicdani anlamda da insanüstü özelliklere sahip. Her anlamda bu dünyaya ait olmayan erdemli ve güzel bir kadın. Yönetmen Patty Jenkins, Amazonlu kadınlarla Alman ordusunun plajdaki savaşında harika bir iş çıkarıyor... Üniformalı erkeklerin ateşli silahlarına karşı kadınlar ok, mızrak ve kılıçların yanı sıra fiziksel güçleri ve akrobatik yetenekleriyle savaşıyorlar. Görsel anlamda keskin kontrastlara dayalı bir tür medeniyetler ve cinsiyetler savaşı bu.
BORÇ (2018)
Vuslat Saraçoğlu, başrollerinde Serdar Orçin ve İpek Türktan Kaynak’ın oynadığı ilk filminde Eskişehir'de yaşayan alt orta sınıf bir ailenin gündelik dertlerle geçip giden hayatına çevirdi kamerasını. Tek yanlı bir özveriyle iyi komşuluk ilişkilerini nereye kadar sürdürebileceğimizi sorgularken başka insanlara karşı gösterdiğimiz iyiliğin nedenlerini anlamaya çalıştı; iyilik yaparken kafamızın bir köşesinde oluşan beklentileri kurcaladı. Net düşünceler ve tezlerle karşımıza gelen bir film değildi. Sıradan anların, gündelik gerginliklerin içinde dolaşarak insanların duygusal ve ruhsal açmazlarını gösterdi. İyilikle duyarsızlığı, sorumlulukla bencilliği karşı karşıya getirdi, iyi olmanın sınırlarını sorguladı... Oyunculukları ve anlatımıyla da sağlam bir filmdi.
İSKOÇYA KRALİÇESİ MARY (2018)
(Mary Queen of Scots)
1542 yılında doğan Mary, genç yaşta Fransa sarayına gelin olmuş, 18 yaşında dul kalmış genç ve güzel bir kadın... Avrupa saraylarından gelen evlilik tekliflerini reddediyor ve 1561 yılında İskoçya'ya dönüyor. Aslında İskoçya'da onu bekleyen, dönmesini isteyen pek kimse yok. Ama Mary’nin (Saoirse Ronan) İskoçya kraliçesi olmaya hakkı var. Daha da ötesi, dolaylı olarak İngiltere tahtında söz sahibi. O bir Stuart... İskoçya ve İngiltere'ye hükmeden bir hanedanın kızı. Ne var ki, her iki ülkedeki siyasi ve sosyal ortam onun gelişine hazır değil. Çünkü o bir Katolik... Her iki ülkede de iktidara Protestanlar hâkim ve Katolik bir kraliçenin güç kazanmasından rahatsız olacakları çok belli. Tiyatrodan gelen yönetmen Josie Rourke, feminist alt metni özenle vurgulayan, oyuncu yönetimiyle öne çıkan bir iş kotarıyor. Rourke, film boyunca kamerasını hareketli ve oyunculara yakın kullanıyor. Savaş sahnesinde ise gerçekçi bir tavırla mizansene önem veriyor. Sahneyi dövüş koreografileri, hızlı kurgu oyunları, yakın çekimlerle şık hale getirmekten ziyade genel planları tercih ediyor.
KEFERNAHUM (2018)
(Capharnaüm)
12 yaşındaki Zain (Zain Al Rafeea), Beyrut'ta yaşayan yoksul bir ailenin çocuğu. Kendisini dünyaya getirdikleri için ailesinden davacı oluyor... Ama “Kefernahum”, “Beni niye dünyaya getirdiniz?” diye ailesine diklenen bir çocuğun filmi değil. Tam aksine, sızlanmaktan ziyade sonuna kadar mücadele eden bir çocuğun filmi... Hikâye açılıp, film ilerledikçe Zain'deki yaşama azmi ve kararlılığını daha net şekilde görüyoruz. Öyle ki, tüm bu direnç ve mücadele arzusu rahat koltuklarında film seyreden bizi kendimizden utandırıyor. Açılış sahnesinde gördüğümüz olaylar, şikâyetten ziyade Zain'deki isyan duygusunun tezahürü... Aslına bakarsanız, Zain'in en başından itibaren kendisi için bir şey istediği söylenemez. Onun için her şey kız kardeşinin çocuk yaşta evlendirileceğini anlamasıyla başlıyor. “Kefernahum” gibi filmlerin çekimleri görünenden daha zordur. Gerçek mekânlarda çekim yapmak, amatör oyuncularla, çocuklarla çalışmak ve en önemlisi o sahicilik hissini yakalamak kolay değildir. Bir tür filminde yönetmen gerçekliği istediği gibi şekillendirerek seyirciyi etkisi altına alabilir. Görsel dünya kurmak için elinde birçok araç vardır... Böyle filmlerde ise yönetmenin tek şansı gerçeklik duygusunu sağlam şekilde inşa etmektir. Yönetmen Nadine Labaki'nin, bunu hakkını vererek yaptığı kesin.
PRIVATE LIFE (2018)
2007 yapımı “The Savages” ile tanıdığımız Tamara Jenkins'in yazıp yönettiği filmde Rachel (Kathryn Hahn) ve Richard (Paul Giamatti), çocuk sahibi olamayan New Yorklu entelektüel bir çifti canlandırıyorlar. Rachel ve Richard, doktorların kendilerine önerdiği bütün yöntemleri denemeye ve sonuna kadar gitmeye karar veriyorlar. Süreç, bir noktadan sonra daha büyük maddi fedakarlıklar gerektirdiğinde dahi pes etmek istemiyorlar. Bütün evlilikleri ve cinsel hayatları tümüyle çocuk yapmaya kilitleniyor. Bu arada, evlat edinme olasılığını da göz ardı etmiyorlar. Tam da bu aşamada Arkansaslı Sadie’nin (Kayli Carter) hayatlarına girmesi her şeyi daha da tuhaflaştırıyor. Tamara Jenkins, çaresiz kaldıkları bir konuda ne yapacaklarını şaşıran iki entelektüelin yaşadıklarından sadece inceliklerle dolu, duyarlı bir komedi çıkarmıyor; orta yaş sorunları üzerine çekilmiş en samimi filmlerden birine imza atıyor.
SİBEL (2018)
Çağla Zencirci’nin Guillaume Giovanetti ile birlikte yönettiği “Sibel” Karadeniz'in dağ köylerinde geçiyor. Sibel (Damla Sönmez), kadınlar arasında dışlanan ve sadece ıslık diliyle konuşabilen bir genç kız. Islık dili, konuşma dilinin birçok işlevini yerine getiren, bölgeye özel bir iletişim sistemi... Annesini erken kaybeden Sibel’i babasının erkek çocuk gibi yetiştirdiğini görüyoruz. Kız kardeşi (Elit İşcan) köydeki kadınlar dünyasının bir parçası. Sibel ise “babasının kızı”… Sırtında babasının (Emin Gürsoy) verdiği tüfekle dolaşan Sibel kendini avcı olarak görüyor ama kadınların dünyasından kopmak da istemiyor. Yöredeki diğer kadınlar gibi çay topluyor, evde yemek, bulaşık ve temizlikle uğraşıyor. Onlardan en önemli farkı, boş vakitlerinde sırtına taktığı tüfeğiyle ormana gitmesi, kurda tuzak hazırlaması… Köydeki kadınlar Sibel'in özgürlüğünden rahatsızlık duyuyorlar; kendileri gibi olmasını istiyorlar. Sorunu daha da büyüten ve kadınların nefretini artıran olay ise Sibel'in ormanda kurduğu tuzağa düşen yaralı bir erkeğe, Ali'ye (Erkan Kolçak Köstendil) tek başına bakma cesaretini göstermesi, onunla yakınlaşmaktan korkmaması oluyor. “Sibel”, Damla Sönmez'in oyunculuğu, özgürlük özlemini yansıtan hikayesi ve Dardenne kardeşleri hatırlatan hareketli kamera çalışmasıyla öne çıkan bir genç kız öyküsü…
ALEV ALMIŞ GENÇ BİR KIZIN PORTRESİ (2019)
(Portrait de la jeune fille en feu)
Onsekizinci yüzyılda Fransa... Marianne (Noémie Merlant), bir ressam... Sistemin kadınların karşısına çıkardığı blokların arasındaki çatlaklardan sızmayı başarmış, görece ekonomik özgürlüğünü kazanmış biri... Héloise (Adèle Haenel) ise erkek egemen toplumun kadınlar için daralttığı yaşam alanlarında sıkışıp kalmış bir genç kız... Céline Sciamma’nın yönettiği “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” bir aşk filmi... Hem de son zamanlarda seyrettiğim en iyi aşk filmlerinden biri... Aynı zamanda özgürlük özlemine dair bir film... Tüm kadın karakterler düşünüldüğünde, alt metinlerde dönemin erkek egemen toplumunun manzarası çıkıyor ortaya. Feminist bir film olduğu da söylenebilir... Kadın dayanışmasına yapılan vurguyu da unutmamak gerek. Belki çok iddialı bir öyküsü ya da konusu yok... Yasak âşk hikâyesini, sinemada ilk kez görmüyoruz. Ama öylesine iyi geliştirilmiş bir senaryo ve çarpıcı bir sinema duygusu var ki, hikâyeyi sanki ilk kez anlatılıyormuş gibi seyrediyoruz. Céline Sciamma, böylesi güçlü bir sinemaya nasıl ulaşıyor derseniz, öncelikle sadelik geliyor aklıma ve sinemanın resim sanatıyla kardeşliğini hiç aklından çıkarmayan kadrajları... Filmin içinde gördüğümüz resimler ne kadar anlamlıysa filmin içinden gelen müzikler de o kadar anlamlı...
ELVEDA (2019)
(The Farewell)
Çin kökenli ABD'li yönetmen Lulu Wang'ın yazıp yönettiği, otobiyografik yanlar taşıyan “Elveda”, “hiç bitmeyen” göçmenliğin, iki ülke arasında kalmışlığın, aidiyet meselesinin ve Çin – ABD arasındaki kültürel farkların keşfine çıkan bir film... New York'ta ailesinden ayrı yaşayan Billi, büyükannesinin çok ömrü kalmadığını öğrenince “sahte bir düğün”e katılmak üzere Çin'e gidiyor. Düğün düzmece; çünkü asıl amaç, akciğer kanserinin son aşamasında olduğunu bilmeyen büyükanneyi şüphelendirmeden ailenin bir araya gelmesi... Billi, iki ülke arasında kalmış biri... ABD'de yaşıyor ama tam anlamıyla Amerikalı olduğu söylenemez. Yıllar sonra döndüğü Çin'e de yabancılaşıyor. Doğduğu, çocukluğunu geçirdiği Changchun artık bildiği şehir değil. Lulu Wang, Çin'i egzotizm peşindeki bir Batılı gibi anlatmıyor. Aile buluşmaları, döner masada yemek, düğün töreni, şehrin gündüz ve gece halleri; sakin, abartısız bir sinemayla geliyor karşımıza. Wang, kamerası ve kurgusuyla sade bir anlatım tutturuyor, ince bir mizah yakalıyor.
KRALİÇE LEAR (2019)
Pelin Esmer, Arslanköylü kadınların tiyatro serüvenini anlattığı 2005 yapımı ‘Oyun’da, bu ülkede güzel şeyler oluyor diyerek kalbimize su serpmekle kalmamış, tiyatronun dönüştürücü özellikleri üzerine her şeyi yeniden düşünmemizi sağlamıştı. Yıllar sonra, Arslanköylü tiyatrocu kadınları bu kez köylere çıktıkları bir turne kapsamında belgeliyor Pelin Esmer… Turnede önce ‘Oyun’ filmi gösteriliyor, sonra da kısaltılmış bir ‘Kral Lear’ uyarlaması sahneliyorlar. Pelin Esmer kamerasıyla sadece tiyatrocu kadınları değil onların turne sırasında karşılaştıkları köylü kadınlarla ilişkisini de gözlemliyor. Kameranın varlığını bize pek unutturmayan bir anlatım tarzı yakalıyor Pelin Esmer. Kadın düşmanlığının, kadına yönelik şiddetin varlığını sürekli hissettirdiği bir ülkede ‘Kraliçe Lear’, gerçekten anlamlı bir film… Kadınların hayatın her alanında varlıklarını daha çok hissettirmeleri ve bir şekilde toplumu dönüştürmek için daha çok mücadele etmeleri gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor...
AH GÖZEL İSTANBUL (2020)
‘Mavi Dalga’ (2013) ile tanıdığımız Zeynep Dadak’ın yazıp yönettiği ‘Ah Gözel İstanbul’, Eremya Kömürcüyan’ın (1637-1695) metinlerinin rehberliğinde şehri gezen bir belgesel… Film boyunca, Kömürcüyan’ın cümleleri eşliğinde kaybolup giden kozmopolit İstanbul’u zihnimizde canlandırmaya çalışıyor, geçmişten geriye kalanları gözlemliyoruz. Surların arasındaki eski şehir kapılarından geçip kiliseler, camiler ve eski sokaklarda dolaşırken bizim çağımızdan yeni rehberler dahil oluyor filme... Bazen efsaneler bazen tarihten söz ederek şehrin hikâyesini derinleştiriyorlar. Zeynep Dadak, rehberlerin anlatımları ve görüntüleriyle İstanbul üzerine ‘düşünürken’ bizim düşüncelerimize, duygularımıza pek müdahale etmiyor. Nicolas Roeg’un ‘Don’t Look Now’ filminde Donald Sutherland’in Venedik’te peşine düştüğü küçük kızı akla getiren ‘sarı yağmurluklu’ gezginlerin yolu sık sık denizle de kesişiyor. Görüntü yönetmeni Florent Herry ise aynı filmdeki gri kış ışığının İstanbul’daki karşılığını arıyor sanki… ‘Ah Gözel İstanbul’ kaybettiklerine ağıt tutan özenle çekilmiş güzel ve hüzünlü bir belgesel.
ASLA NADİREN BAZEN HER ZAMAN (2020)
(Never Rarely Sometimes Always)
Amerikalı yönetmen Eliza Hittman, senaryosunu da yazdığı filmde 3-4 günlük bir sürece odaklanıyor; kamerasıyla 17 yaşındaki lise öğrencisi Autumn’un (Sidney Flanigan) peşine takılıyor. Pennsylvania sınırları içinde ebeveyn onayı olmadan kendi rızasıyla kürtaj yaptıramayacağını anlayan Autumn, kuzeni Skylar’la (Talia Ryder) birlikte otobüsle New York’un yolunu tutuyor. Eliza Hittman, film boyunca bebeğin babasının kim olduğuna dair kesin bilgi vermiyor ve ana karakteri Autumn’un geçmişte yaşadıklarının ayrıntılarına girmiyor. Ama bazı sahnelerde öyle şeyler hissettiriyor ki, ‘Asla Nadiren Bazen Her Zaman’, Autumn’un üstüne kâbus gibi çöken erkek iktidarına dair sarsıcı bir filme dönüşüyor. Eliza Hittman ve görüntü yönetmen Hélène Louvart, Autumn’un hayatındaki hiçbir şeyi olduğundan daha güzel göstermek için uğraşmıyorlar. Son dönemlerde hiçbir Amerikan filminde bu kadar süssüz, sade ve gerçekçi bir görüntü yönetimiyle karşılaştığımı hatırlamıyorum. Filmde aydınlatma olabildiğince gerçekçi, sade; renkler cansız. Ayrıca tüm mekân seçimleri filmin ruhuna uygun, gerçekçi bir yaklaşımdan izler taşıyor; ‘şıklık’tan uzak duruyor ve ana karakterin iç dünyasındaki sıkıntıyı yansıtıyor.
BAŞLANGIÇ (2020)
(Beginning)
Columbia Üniversite’sindeki Sanat Okulu’nda film yönetmenliği eğitimi alan Gürcü yönetmen Dea Kulumbegashvili’nin, ülkesinde çektiği ‘Başlangıç’, bir taşra kasabasında geçer. Kasabadaki Yehova Şahitleri cemaatinin toplandığı salona kimliği belirsiz kişiler tarafından bir saldırı gerçekleştirilir. Cemaatin liderinin eşi Yana saldırı sonrasında evde yalnız olduğu bir gün, olayı araştıran bir polis tarafından ziyaret edilir. Bu ziyaret Yana’nın hayatında birçok şeyi yavaş yavaş değiştirmeye başlar. Dea Kulumbegashvili’nin kesintisiz uzun planlarla çektiği sakin tempolu, zor ve sert bir film… San Sebastian Film Festivali’nde en iyi film ve yönetmen dahil dört ödül birden almıştı.
DICK JOHNSON IS DEAD (2020)
Yıllarca birçok belgesele görüntü yönetmeni ve yönetmen olarak imza atan Kirsten Johnson, senaryosunu Nels Bangerter ile birlikte yazdığı ‘Dick Johnson Is Dead’ adlı filmde çoğumuzun ortak endişelerinden biri olan ebeveynlerimizi kaybetme korkumuzdan yola çıkıyor. Uzun süre psikiyatrist olarak çalıştıktan sonra yaşlılığa ve demansa bağlı nedenlerle emekli olan Richard Johnson, kızının teklifini kabul ederek oynadığı bu filmde farklı kazalara uğrayarak defalarca ‘ölüyor’… Dünya prömiyerini yaptığı Sundance Film Festivali’nde kurmaca dışı hikâye anlatımına getirdiği yenilikler nedeniyle Özel Jüri Ödülü’nü alan film, 2020 yılı içinde eleştirmenlerin en beğendiği belgesellerden biri oldu.
MIAMI'DE BİR GECE (2020)
(One Night in Miami)
‘Miami’de Bir Gece’, 25 Şubat 1964’te Miami Beach, Florida’da yaşanan gerçek olaylar üzerine kurulu hayali bir film... O günlerde adı Cassius Clay olan Muhammed Ali, Sonny Liston’ı yenerek dünya ağır sıklet şampiyonu unvanını ele geçirdiği maçtan sonra sivil haklar aktivisti Malcolm X, Amerikan futbolu yıldızı Jim Brown ve müzisyen Sam Cooke ile buluşuyor… Film dönemin ruhunu yansıtan dört önemli şahsiyet üzerinden Afrikalı Amerikalıların o yıllarda ırkçılığa karşı verdikleri mücadelenin resmini çıkarmayı hedefliyor. Filmin temel polemiğini Malcolm X ile Cooke arasındaki çatışma belirliyor. Malcolm X, hiçbir siyahın tek başına kurtulamayacağını söyleyerek beyazlara kendini beğendirmenin gereksiz olduğunu savunuyor. Kendi plak şirketini kurmuş Cooke ise gücün ekonomik özgürlükten geçtiğine ve beyazların parasıyla zenginleşmenin hiçbir zararı olmadığına inanıyor. Oscar ödüllü bir oyuncu olarak tanıdığımız yönetmen Regina King, tıkır tıkır işleyen, karakterleri derinliğine yansıtan, mekânı çok iyi kullanan bir anlatımla geliyor karşımıza.
NOMADLAND (2020)
2011’de Nevada’da kapatılan 88 yıllık alçıpan fabrikasından söz eden yazılarla açılıyor ‘Nomadland’. Bir işsizlik öyküsü seyredeceğimizi düşünüyoruz. Gerçi dakikalar ilerledikçe işsizliğin, geçim sıkıntısının çok daha ötesine geçen bir filmin içinde olduğumuzu anlıyoruz; ama ABD’de yaşanan Finansal Kriz sonrasının sancıları üzerinden neo-liberalizme getirilen eleştirinin film boyunca devam ettiği söylenebilir. Öte yandan, ev kavramını sorgulayan, hayatla kurduğumuz bağları anlamaya çalışan bir yanı da var filmin. Düzenli işi olmayan, evsiz, parasız, geleceksiz bir insan olarak tanıdığımız Fern’i (Frances McDormand) ilk başta seçeneksiz biri olarak düşünürken finale doğru göçebeliğin, hatta yalnızlığın Fern için bilinçli tercihler olduğunu kavrıyoruz. Sonlara doğru Fern’in evini hep içinde taşıdığını, iyi tanımadığı insanlarla bir çatı altında kalmaktansa gücü yetene kadar hatıralarıyla birlikte mobil bir hayat sürdürmenin onun için en doğrusu olduğunu anlıyoruz. O noktada ‘ev kavramı’nın özünde bizi biz yapan her şey olduğunu hissediyoruz. Yönetmen Chloé Zhao, bireyin dış dünyayla ilişkilerine sınıfsal ya da ekonomik değil, ruhani temeller üzerinden bakıyor.
ZORLU KAÇIŞ (2020)
(I’m Your Woman)
Kocası Eddie, polisin ve mafyanın hedefi haline gelince Jean (Rachel Brosnahan), evlatlık olarak aldığı yeni bebeğiyle birlikte bir gece apar topar evden çıkıp kaçmaya başlar. Filmin uzun bir bölümünde Jean, korunmaya muhtaç edilgen bir karakter olmaktan çıkamaz; eşinin gelip sorunlarını çözmesini bekler. Ama tehdit büyüdükçe beklemekten vazgeçip sorumluluk sahibi, olgun bir birey gibi hareket eder. Bir noktadan sonra pasif karakter olmayı kabullenmez ve kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmaya karar verir… Julia Hart’ın yönettiği film, yıllarca benzerlerini izlediğimiz mafya öykülerinden birine bu kez bir kadının gözünden tanık ediyor bizi.
KARANLIK KIZ (2021)
(The Lost Daughter)
Edebiyat profesörü Leda (Olivia Colman), tatilini geçirmek üzere yazlık ev kiraladığı Yunan adasına gelir. Tek başınadır. Leda plajda güneşlenir, denize girer ve defterini kitabını açıp çalışır. Oraya kafa dinlemeye geldiğini ve yalnız olmaktan şikayetçi olmadığını hissederiz. Nerdeyse her yaş grubundan insanın olduğu, kalabalık ve gürültücü Amerikalı ailenin gelmesiyle plaj sakin bir yer olmaktan çıkar. Leda’nın suratı asılsa da aileyi özellikle de genç anne Nina’yı (Dakota Johnson) gözlemlemeye başlar. Gördüğü şeylerin ona kendi hayatından bir şeyler hatırlattığını sezeriz ve bir noktadan sonra film bizi Leda’nın geçmişine götürür. Geçmişte geçen sahnelerde Leda (Jessie Buckley), sürekli ilgi bekleyen iki kız çocuğuna annelik yaparken aklı akademik dünyada kalan genç bir kadın olarak çıkar karşımıza. Gyllenhaal, Leda’yı takip ederken yakın planları tercih ediyor ve dış dünyayı onun gözünden görmemizi sağlıyor. Yakın plan ve dar formatın birleştiği, bakış açımızı kasten kısıtlayan ve ruh hallerine odaklanan bir anlatım yakalıyor. Ayrıca seyirci olarak sürekli zihnimizi aktif tutmamızı ve özellikle genç Leda’nın hikâyesindeki boşlukları doldurmamızı da istiyor. Gyllenhaal da yönetmen olarak Leda’nın tüm davranışlarının nedenini biliyormuş gibi yapmıyor. Sadece geçmişte ve şimdiki zamandaki davranışlarının sonuçlarını; çektiği acıların derinliğini ve çaresiz kaldığı anları gösteriyor.
KÜRTAJ (2021)
(L'événement)
Yıl 1963. Fransa’dayız… Kız yurdunda kalan 23 yaşındaki Anne (Anamaria Vartolomei), taşrada yaşayan dar gelirli orta halli bir aileden geliyor. Fransız edebiyatı derslerinde sınıfın en parlak öğrencilerinden biri. Yüksek eğitim, gelecekte kendi hayatını kurmanın ve ekonomik bağımsızlığını kazanmanın ilk adımı onun için ve bir gün hamile olduğunu öğreniyor… Hayatına kaldığı yerden devam edebilmesi için istenmeyen hamileliğini bir an önce sona erdirmesi gerekiyor. Kürtaj her şeyiyle zor bir süreçken o çok daha zoruna hazırlıyor kendini. Çünkü o yıllarda Fransa’da kürtaj yasak. Dahası, yaptıran, yapan ve suça ortak olan herkesi hapis cezaları bekliyor. Yönetmen Audrey Diwan, Annie Ernaux’nun 2000 yılında yayımlanan otobiyografik romanından yaptığı uyarlamada, sadece Anne’in kişisel deneyimlerine odaklanan bir film koyuyor ortaya. Diwan, Anne’in çevresindeki dünyadan ziyade gördüklerine, yaşadıklarına ve hissettiklerine tanık olmamızı istiyor. Yönetmenin en çok vurgulamak istediği ve başarılı olduğu nokta, Anne’in yasal dayatmaya karşı hayatı, geleceği ve özgürlüğü için tek başına mücadele etmesi… Film boyunca 1960’lar Fransa’sında kürtaj için sadece yasal yolların kapatılmadığını, hapis cezalarıyla yasa dışı seçeneklerin kadınlar için daha tehlikeli hale getirildiğini görüyoruz.
ŞEKER ADAMIN LANETİ (2021)
(Candyman)
‘Şehir folkloru’ ile korku gerilimin buluştuğu filmde bakması zor çok kanlı şiddet sahneleri var. Rahatsız edici bir bedensel dönüşüm sürecini ele alması itibarıyla ‘biyolojik korku’ adı verilen alt türü hatırlatan sahneleri de unutmayalım. Yönetmen Nia DaCosta eski usul gerilimle pek ilgisi olmayan, daha çok 1980’lerde rüştünü ispatlayan ‘teen-slasher’ tarzında bir filme imza atıyor. Açılışta yapımcı şirket logolarının ters yansımalarının gösterilmesinden itibaren bütün filme damga vuran ayna metaforunu unutmamak gerek. Öykünün ana karakteri sanatçı McCoy için ayna, içindeki şiddetin yansıması anlamına geliyor. Aynı zamanda ırkçı şiddetin tersine dönmesi de var tabi ki… Şeker Adam sadece doğa ötesinden değil, ABD’nin kanlı geçmişinden geliyor ve beyazların siyahlara uyguladığı şiddet, aynadan yansıyarak beyazlara dönüyor… Sadece 1992 yapımı ilk filmin devamını getiren bir hikâye yok karşımızda. Efsanenin parçası haline gelen ilk filmin öykü örgüsünü farklı şekilde yorumlayan bir film seyrediyoruz. Senaryo ilk filmin özünde yatan parlak fikirleri ortaya çıkarırken beyaz bakış açısı dahil zayıf yanlarını yok etmeyi de ihmal etmiyor.
THE POWER OF THE DOG (2021)
Yönetmen Jane Campion, ABD’li yazar Thomas Savage’ın 1967’de yayımlanan aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı filmde 1920’lerin ortasında Montana’da geçen bir hikâye anlatıyor. İlk bölümde, büyük çiftlik sahibi iki erkek kardeşle tanışıyoruz. sadece bir kovboy olarak kalmaya niyeti olmayan George Burbank (Jesse Plemons), az konuşan, sessiz, sakin biri olarak çıkıyor karşımıza. Baskın kişiliğe sahip, ağzı çok laf yapan abisi Phil (Benedict Cumberbatch) ise onun aksine ‘kovboyluğa, erkekliğe sevdalı’ biri. Jane Campion’un film boyunca Phil karakteri üzerinden bir erkeğin ‘erkekliğe âşık olma halleri’ni incelediğini ve kadın düşmanlığının anatomisini çıkarmak istediği söylenebilir. ‘The Power of Dog’a bir anti-western demek mümkün. İlk bakışta Montana’da bir sığır çiftliğinde geçmesi, kovboyları, yani sığır çobanlarını anlatması dışında westernle bir akrabalığı yok gibi görünebilir. Ama özellikle alt metinlerde westernin gözde temalarından biri olan ‘uygarlık – vahşi hayat’ çatışmasını görmek mümkün. Evlenerek farklı bir hayat kurmaya çalışan George ile evliliğe karşı Phil’in çatışmasında bunu hemen görüyoruz. Birisi evini ve tüm hayatını western müzesine çevirmeye çalışırken diğeri otomobil kullanıyor ve burjuva kültürünün gereklerini yerine getirmeye çalışıyor. Belli ki Jane Campion ‘kadın düşmanlığı’ ile ‘erkeklik kültürüne sevdalı kovboylar’ arasındaki ilişkiler üzerine yeniden düşünmemizi istiyor.