TBMM Başkanı Mustafa Şentop: Mevlana'yı yaşam koçu görmek trajik bir yanılgı
Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin 746. Vuslat Yıl Dönümü Uluslararası Anma Törenleri Mevlana Kültür Merkezi'nde düzenlenen Şeb-i Arus Töreni'nde konuşan TBMM Başkanı Mustafa Şentop, ""Hz. Mevlana'dan bir bir yaşam koçu çıkarmak, onu bir yaşam gurusu olarak görmek isteyenleri görüyoruz. Bu sığ ve trajik bir yanılgıdır" sözleri, 'Mevlana nasıl anlaşılmalı?' sorusunu akıllara getirdi. Neyzen Kudsi Ergüner konuyla ilgili olarak Habertürk'e konuştu...
TBMM Başkanı Mustafa Şentop, Konya'daMevlana'nın 746. Vuslat Yıl Dönümü Uluslararası Anma Törenleri Mevlana Kültür Merkezi'nde düzenlenen Şeb-i Arus Töreni'nde yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
Bugün kimi vahşet örgütleri yaptıkları katliamların adını cihat koyup, hem İslam'ın hem de kavramlarımızı adını fütursuzca kirletirken filin sadece ayağını ya da hortumunu değil fili bütün olarak gören ve göstermeye çalışan Hazreti Mevlana'yı turistik veya spritüalist gözlüklerle görmeye çalışmak onun bizzat ve şikayetçi olduğu duruma balıklama atlamak anlamına gelir. Bu inciticidir, Hazreti Mevlana'dan bir yaşam koçu çıkarmak isteyenleri görüyoruz. Onu bir kişisel gelişim gurusu veya psikologların referans kaynağı yapmak isteyenler var. Onu İslam'dan soyutlayıp new age bir filozof derecesine indirgemek isteyenler var ve bunların bir kısmı bilinçli olarak yapılıyor. Oysa Mevlana'nın temel zemini ve içeriği olan İslâm gözardı edildiğinde o hayran olunan perspektifler de değersiz hale gelecektir. Unutmayalım ki, Hazreti Pir Mesnevi'sinin önsözünde bizzat şunları da söyleyerek kendi temellerinin altını çizmiştir: Mesnevi hakikata ulaşmak ve Allah'ın sırlarına agâh olmak ve akıl erdirmek isteyenler için bir yoldur. Allah'ın en büyük şaşmaz şeriatı hakikata giden nurlu yoludur. Mesnevi imanlılara şifa, imansızlara haslettir... Bu kadar açık bir mesajı ıskalayıp, onu ticari markalar kültür promosyonları, popüler roman karakterleri ve benzeri faaliyetlerin bir figürüne indirgemeye çalışanları malesef sığ ve trajik bir yanılgı içerisinde görüyoruz.
MEVLANA'YI GÜNÜMÜZDE NASIL ANLAMAK GEREKİYOR?
Habertürk'e konuşan neyzen Kudsi Erguner şunları söyledi:Mevlana'ya şair derler ama şiir olarak kendi eliyle yazdığı sadece 18 beyitlik Mesnevi'nin ilk mısraları, beyitleri var. Bunlardan altıncısında "Herkes kendi anlayışına göre, kendini bana yâr zannetti. Fakat bunların hiçbirisi benim içimdeki esrarı, demek istediğimi, anlatmak istediğimle ilgilenmedi" diyor. Sonraki bir beyitte de tekrar diyor ki: "Aslında benim sırrım esasında bu söylediklerimden ibarettir. Eğer bir kimse benim ne demek istediğimi, benim derunumdaki mânâyı anlamak istiyorsa sözlerime baksın" diyor.
"O'NU ANLAMAK İSTEYENLER ESERLERİNE BAKABİLİR"
Şimdi ben bundan şunu çıkartıyorum; herkes istediği gibi, kendi maksadına göre kendi anlayışına göre Mesnevi'den kendine bir yol çizme hakkına sahiptir. Bugün eksik olan şu; eğer merak etseydik, Mevlevi tarikatının mensupları, Mevlana'nın dervişleri veya 1925'e kadar açık olan mevlevi tekkelerinde Mevlana nasıl algılanıyordu, nasıl yaşanıyordu? Bu panoramada eksik olan sadece budur. Yani biz bugün kimseye demokratik olarak "Mevlana'yı böyle anlayacaksın" diye dayatmaya hakkımız yok. Ama Mevlana'yı anlamak, onun ne demek istediğini hakikaten anlamak isteyenler varsa onun sözlerine baksınlar, orada zaten ne demek istediği belli.
"MEVLEVİLİK İNSANLARA RUH ZERAFETİ VEREN BİR KURUM"
Biliyorsunuz Mevlevi tarikatı diye bir tarikat var. Bu tarikat Mevlana'dan sonra oğlu ve torunu zamanında enstitüsyon haline getirilmiş ve 1925 yılına kadar müthiş bir kurum olarak Osmanlı topraklarının her tarafına yayılmış, dergâhlar açmış bir tarikat. Osmanlı'nın elitini, şairini, musikişinasını, hattatını, ressamını her şeyini; yani güzel sanatlarla ve literatürle ilgili en önemli şahsiyetlerin yetiştiği bir kurum olmuş. Bundan da şu anlaşılıyor ki, Mevlevi tarikatı, sadece kuru bir dini tarikat değil aynı zamanda da insanlara ruh zerafeti veren zevklerini geliştiren bir kurum. Bu kurumda ne yapılıyordu? Şimdi eksik olan şudur. Biliyorsunuz bugün herkes kendine göre bir şey biçiyor Mevlana'dan. Kimisi terapi yapıyor, kimisi new age yapıyor sayın milletvekilinin söylediği gibi.
"BUGÜN HİÇ KİMSENİN 'MEVLEVİYİM' DEMEYE HAKKI YOK"
Fakat dediğim gibi bütün bu panoramada Mevlevi tarikatında Mevleviler bunu nasıl yaşıyorlardı? Birincisi tabii Mevlevi tarikatının adap ve erkanına bakmak lazım. Bugün herkes kendi kendine 'Ben dedeyim, postnişinim, Mevlevi'yim' diyor. Bugün hiç kimsenin 'Ben Mevleviyim' demeye hakkı olmadığı gibi bir de 'postnişinim, dedeyim' demeye hiç hakkı yok. Bugün böyle bir şey mümkün değil. Çünkü dergahlar kapalı. Çünkü böyle bir iddiada bulunmak, aidiyette bulunabilmek için bin intisap gerekli. Buna eskiden tarikatlarda seyri süluk diyorlar. Yani bir inisiyatif eğiti var. Bu da nedir?
"BÜTÜN BUNLARDAN SONRA ANCAK DERVİŞ OLABİLİYORDUNUZ"
Şimdi bir kere Mevlevi tarikatına girmek istiyorsanız, bir dergahın kapısını çalıp, talepte bulunacaksınız. Sizi önce bir mutafa oturtuyorlar, orada iki üç gün halinizi seyrediyorlar. O seyirde 'bu adamda bir cevher var mı, yok mu' diye bakıyorlar. Ondan sonra sizi mühip yani sempatizan olarak dergaha kabul ediyorlar. Bu müddet boyunca biz buna hizmet diyoruz. Dergahta çeşitli hizmetleri gören nevcan, nevniyaz dedikleri bir kişi oluyorsunuz. Bu belli bir zaman sonra da aşçı dede dedikleri, tekkenin şeyhten sonra önemli şahsı sizi şeyh efendiye takdim ediyor, size sikke tekbirleme diye bir adet var ve o zaman ancak mevlevi dervişi oluyorsunuz.
"MEVLEVİ TEKKESİNDEKİ HÜCRELER DÜĞÜN SALONU OLMUŞTU"
Mevlevi dervişi olduğunuz andan itibaren ve daha öncesinde dergahın arkasında hücereler var ki, bu hücreler yıkıldı. Mesela Galata Mevlevihanesi'nin arkasındaki hücreler düğün salonu yapıldı bir zamanlar. Bu hücrelerde yaşayan dedelik makamına ermiş, yetişmiş mevleviler var. Onlara teker teker gidiyorsunuz, musiki meş ediyorsunuz. Güzel sanatların çeşitli dallarını öğreniyorsunuz. Menakıpname öğreniyorsunuz. İslami ilimleri, tefsirleri okuyorsunuz. Mesnevi okuyorsunuz ve yetişiyorsunuz. Arapçası, Farsçasıyla herşeyiyle mütekamil bir insan oluyorsunuz.
"BUNU ANCAK CAHİL CESARETİYLE AÇIKLAYABİLİRSİNİZ"
Bunun bir misali var. Ahmet Avni Konuk diye bir zat-ı muhterem var. Bu adam 1940'lı yılların sonunda vefat etmiş. Ahmet Avni Konuk sadece bir mevlevi dervişidir. Kendisi Arapça bir eser olan Fususu'l Hikem'in şerhini yazmış. Mesnevi şerhi yazmış 34 cilt Farsça'dan. Önemli bir musikişinas. 110 makamı anlatan bir kar-ı natık bestelemiş. Mevlevi ayinleri bestelemiş, şair, hattat bir insan. Bu adam sadece garip bir Mevlevi dervişi iken. Bugün ben 'postnişinim vesaireyim' diyen insanlara baktığım vakit bu ancak cahil cesaretidir diyorum.
"GAZETE İLANLARIYLA SEMAZEN YETİŞTİRİLDİ"
Biliyorsunuz 1950 yılında Demokrat Parti'den itibaren belli bir yumuşama oldu. Bunun sonucunda 55-56 yıllarında ilk defa Konya'da Mevlana'yı anma, o zaman ihtifal deniyor. Mevlana ihtifalleri başladı. Bu ihtifallere kim gidiyordu? İstanbul'daki dergahlardan gidiliyordu; çünkü Konya'da pek kimse kalmamıştı. İstanbul'da 5 tane mevlevihane var. Musikişinası, bu konunun yetişmiş insanı, trenle veya otobüsle kendi masraflarını cebinden karşılayarak Konya'ya gidiyorlar bu ihtifale katılıyorlardı. Bunların arasında rahmetli babam da var. Fakat 60 ihtilalinden sonra bir sıkıntı yaşanıyor. Bir kanun var. Bu kanuna göre kıyafetini giymek, ayinini yapmak o kanuna muhalif bir olay. O kanun hala geçerli. O kanuna rağmen hala devlet başkanları yasak olan bir şeyi seyrediyorlar, o da ayrı bir kanun katılaştı. O esnada Konya'da bir turizm derneği kuruldu. Bu dernek bunu mümkün olduğu kadar Konya'ya maletmeye çalıştı. İstanbul'dan gelecek olan öbür derviişler bu işe fazla angaje insanlar biz bunu Konya folklörü haline getirilim çabası başladı. Konya'da gazete ilanlarında, boyu posu yerinde olan genç arkadaşlardan semazen yetiştirildi.
"BALERİN YETİŞTİRİR GİBİ SEMAZEN YETİŞMEZ"
Bu yetiştirenlerin başında Ahmet Bican Kasapoğlu diye bir zat vardı. Allah rahmet eylesin, taksiratını affeylesin diyelim. Bu adamcağız Konya'nın gençlerine semayı, yani dönmeyi öğretti. Şimdi mevlevi semahı, o dönme olayı esası uzun bir yetişmenin sonucu olarak kabul edilen bir şey. Öyle kuru kuruya ne olduğunu bilmeden 'ayağını şöyle döndüreceksin, kolunu şöyle açacaksın' diye bir balerin yetiştirir gibi yapılacak bir şey değil ve olmaması lazımdı. Bu tarihten itibaren bir sürü genç arkadaş yetişti ki, bunların Mevlevilikle kesin olarak söylüyorum dönmenin dışında hiçbir alakası olmadı. Bugün bu gelişti.
"KÜLTÜR TURİZM İÇİN OLDU HALBUKİ TURİZM KÜLTÜR İÇİN OLMALIYDI"
Ben 90'lı yıllardan 2000'li yıllarına kadar Avrupa'nın her yerinde yapılan mevlevi ayinlerine ya bizzat katıldım, ya kendim organize ettim. Bizim maksadımız reddedilen, unutulması istenen müthiş zengin bir kültür mirasının çöpe atılmaktansa hiç olmazsa dünyanın elitine, yazarına, çizerine, düşünce, sanat insanlarına sunulmasını temin etmekti. Bir kültür mücadelesiydi. Fakat bugün iş tersine döndü. Memleketimizin, medeniyetimizin en yüce konuları turizme hizmet için yaşatılıyor. Kültür turizm için oldu. Halbuki turizm kültüre hizmet etmeliydi. Ve size yemin ediyorum o beraber olduğum şahıslar ki, bir kısmı mevlevihanede yetişmiş, eski edebiyatı bilen insanlar dahi ne şeyhlik ne dervişlik iddiasındaydılar.
"TERCÜMELERİN BÜYÜK KISMINDA MANA TERSİNE DÖNMÜŞTÜR"
Mevlana'nın sözlerinden, hatta tercümeleri yapan kişiler bu şiirlerden bugünün modern toplumunun insanlarına, Amerikalısına, İngilizine, Fransızına vs. yarayacak şekile sokuyor o şiirleri. Bu bir adaptasyondur, tercüme değildir. Mesnevi'den hikayeleri Fransızcaya çeviren biri olarak söyleyeyim, bu tercümelerin büyük bir kısmında manalar tersine dönmüştür. Tamamıyla bir adaptasyondur. Hatta daha ileri gidersek mesela Coleman Barks'ın 'The Essential Rumi' diye bir kitabı var. Ki bu en çok satılan kitaplardan birisidri. Tamamıyla adaptasyondur. 18. yüzyıldaki tercümelerden okuyup kendi kendine nemalar çıkartmıştır. Nasrettin Hoca'nın bir hikayesi vardır, tavuğun suyunun, suyu haline gelmiş bir kitaptır. Buna karşılık 'Mevlana öyle değildir böyledir demenin anlamı yok' O da öyle anlasın. Bizim eksikliğimiz, kendi dini hayatımızda, Osmanlı dönemindeki tarikatlarda, tasavvuf çerçevesinde nasıl anlıyorduk, nasıl yaşıyorduk. Bunu ortaya çıkartırsak hiç olmazsa bir ölçü çıkacak. Eksik olan budur.