Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Halifelik Nedir?

        İslam'ın devlet anlayışında devlet başkanı için kullanılan unvandır. Hz. Peygamber'den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Devlet başkanı için kullanılan bu unvan ayrıca tasavvufi anlam da kazanmıştır. Yapılan yorumlarda hilafet-i Rabbani ve hilafet-i Rahmani ayırımı öne çıkarılmıştır. İlki "manevi taht sahiplerini", diğeri ise "tahta layık olan adaletle hükmeden sultanı" tanımlamak için kullanılmıştır. 

        Hz. Peygamber'in biri vahiy yoluyla aldığı Kur'an ayetlerini ve İslam dininin esaslarını insanlara tebliğ ederek öğretme ve tezkiyesini sağlama; diğeri İslam'ın ve Kur'an'ın esaslarını bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. İkinci görevini yerine getirirken hicretten sonraki dönemde Medine'de kurduğu devletin başkanlığını yaptı. Son peygamber Hz. Muhammed'in (ö. 632) vefatıyla ilk görevi tamamlanıp sona ererken ikinci görevi ise hilafet kurumuyla sürdü. Kur'an ve hadislerde devlet başkanlığı, bunu üstlenenlerin görev ve sorumlulukları gibi hususlarda detaylı hükümler yer almaz ve bu konuların toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleri ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Bundan dolayı siyasi liderliğin Hz. Muhammed'den sonra ilahi tayin veya babadan oğula geçme yoluyla değil, toplumun ortak tercih ve onayıyla gerçekleşeceği konusunda fikir birliği vardır. 

        İslam tarihi bakımından birçok yönüyle büyük bir önem taşıyan dört halife döneminde görev yapan halifelerden her birinin hilafet makamına geliş usulleri farklıdır. Hz. Ebû Bekir (ö. 634) ile Hz. Ali (ö. 661) Medine halkının seçimiyle, Hz. Ömer (ö. 644) halef bırakma suretiyle, Hz. Osman (ö. 656) da şÃ»ra yoluyla halife olmuştur. "Halifetü Resûllillah" (Resûlullah'ın Halifesi) unvanıyla anılan Hz. Ebû Bekir rahatsızlanınca, imamlık görevini bıraktığı Hz. Ömer'i kendisine halef tayin etmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir ile birinci derecede kan bağı bulunmayan Hz. Ömer, 23 Ağustos 634'te vefat eden ilk halifenin yerine Mescid-i Nebevi'de herkesten biat alarak ihtilafsız bir şekilde halife oldu.

        "Halifetü Halifeti Resûlillah" (Resûlullah'ın Halifesi'nin Halifesi) şeklinde hitap edilen ve ileride halife sayısının artmasıyla söz konusu tamlamanın uzayacağı ve halifelerin birbirlerinden ayırt edilemeyeceği endişesiyle "Emirü'l-mü'minin" (Müminlerin emiri) unvanı da kullanılan Hz. Ömer kendisinden sonraki halifenin belirlenmesini Aşere-i mübeşşereden hayatta olan altı kişilik bir şÃ»ra heyetine bıraktı. Sa'd b. Ebû Vakkas (ö. 675) ile Zübeyr b. Avvam'ın (ö. 656) da adaylıktan çekilmesinden sonra Hz. Ali ile Hz. Osman'ın aday olarak katıldıkları Mescid-i Nebevi'deki son toplantıda Hz. Osman'da karar kılındı. Hz. Osman'ın şehid edilmesinden (17 Haziran 656) sonra hilafet problemi yeniden gündeme geldi. Muhacir ve ensar başta olmak üzere Medine'de bulunan herkesin desteğiyle Hz. Ali'ye biat edildi.

        Hz. Ali'yi halife olarak tanımayan ve hilafet konusunda Medine'de alınan biatın tüm İslam dünyasına şamil olduğu anlayışına da karşı çıkan Muaviye (ö. 680), Hz. Osman'ın akrabası sıfatıyla onun kanını dava etme hakkına sahip olduğunu söyleyerek Suriye'deki Müslümanlardan biat almaya başladı. Muaviye adına hakem olan Amr b. As'ın (ö. 664) Hz. Ali'nin hakemiyle yaptığı görüşmelerden Muaviye'yi tek taraflı olarak halife seçtiğini ilan etmesiyle İslam dünyası siyasi bakımdan parçalandı, Irak Hz. Ali'nin, Şam da Muaviye'nin kontrolüne girdi. Emevilerle birlikte hilafet, veraset kuralını esas alan bir hanedana dönüştürüldü. Halkın yönetiminde Kitap ve sünnetin uygulanmasını esas alan, Hz. Peygamber'in vekili sıfatıyla işgören, devletin menfaatiyle kişisel ve ailevi menfaatlerini birbirinden ayıran muhacir ve ensara dayanan Raşid halifelerin yerini gücü ve asabiyeti esas alarak devleti idare eden halifeler aldı. Dini ikinci plana atan ve yönetimi dünyevi bir mahiyet kazanan devleti hilafet-saltanat karışımı mutlak-teokratik-irsi bir monarşi ile idare eden ve "Halifetullah (Allah'ın halifesi)", "halifetu Rabbi'l-alemin (alemlerin Rabbı'nın halifesi)", "eminullah (Allah'ın itimat ettiği)" unvanları kullanan halifeler resmi unvanları bakımından olmasa bile ameli olarak hükümdardı.

        Emevilere karşı yürütülen muhalefet hareketinin lideri İmam Muhammed b. Ali'nin oğlu Ebû'l-Abbas es-Seffah'a (ö. 754) Kûfe'de biat edilmesiyle Abbasi hilafeti başladı. Hz. Peygamber'e soyca yakınlıklarını meşruluklarının temel gerekçesi yapan Abbasiler devrinde halife mutlak bir hükümdar, halifelik verasete dayalı bir hükümdarlık şeklinde sürdü; veliahtlık müessesesi de hilafetin Abbasi ailesinin elinde tutabilmek gayesiyle korundu. Yerlerini aldıkları Emevi halifeleri gibi dünyevi zihniyet ve temayülde oldukları halde etrafa karşı dindar ve zahid görünmeyi ihmal etmeyen Abbasi halifeleri "Halifetullah" veya "Zıllullah fi'l-arz" unvanlarını kullanarak kudret ve kuvvetlerinin kaynağını ilahi bir temele dayandırıyorlardı. 

        Abbasilerin ilk yıllardan itibaren bir yüzyıl içinde batıda ve doğuda bağımsız veya yarı bağımsız birçok mahalli hanedan ortaya çıktı; 19. yüzyılın ortalarına doğru hilafetin maddi nüfuzu başşehir ve çevresiyle sınırlı hale geldi. İslam aleminde fiili hakimiyetin Haremeyn'de adına hutbe okunan kimseye ait olduğunu dikkate alan Fatımiler, Hicaz'a hakim olduktan sonra siyasi, askeri ve iktisadi faaliyetler ve daileri vasıtasıyla Suriye, Kuzey Afrika, Yemen ve Musul'u ele geçirerek hem halifelik alanlarını genişletmek hem de müntesip oldukları Şii-İsmaili mezhebini yaymak için harekete geçtiler. Hükümdarlarının ve davetçilerinin bütün çabalarına rağmen İslam aleminin tamamına hiçbir zaman hakim olmayı başaramayan Fatımiler Endülüs Emevi hilafetinin doğmasına zemin hazırlayan sebeplerden birisini teşkil ettiler. 

        Endülüs Emevi hükümdarlarından III. Abdurrahman (ö. 961) "emiru'l-mü'minin" unvanının yanında "en-Nasır Lidinillah" lakabını alarak kendisini halife ilan etti (929) ve İslam dünyasında Bağdat, Kahire ve Kurtuba olmak üzere üç hilafet merkezi ortaya çıktı. Emevi Devleti'nin yıkıldığı 1031'e kadar geçerli olan Endülüs'teki halifelik anlayış ve uygulamasında, halifenin Sünnilik çerçevesinde din emniyetini sağlama dışında başkaca bir dini salahiyeti yoktu. 

        Abbasi hilafetini takviye eden Selçukluların zayıflaması ile Moğolların ortaya çıkışı yeni siyasi gelişmelerin başlangıcını oluşturdu. Cengiz Han'ın torunlarından Hülagû (ö. 1265) Bağdat'ı işgal ederek Abbasi hilafetine son verdi (10 Şubat 1258). Bağdat Abbasi halifeliğinin 656 (1258) yılında Moğol istilasıyla yıkılmasının ardından İslam alemi üç yıl halifesiz kaldı. 1260'da Moğol istilasını durduran Memlük Sultanı Baybars (1260-1277), son Abbasi halifesi Müsta'sım-Billah'ın amcası Ebû'l-Kasım Ahmed'i Kahire'ye davet ederek el-Mustansır-Billah lakabıyla halife ilan etti (9 Haziran 1261). Böylece Abbasi hilafeti üç yıllık bir aradan sonra yeniden kuruldu ve ismen halife olmakla birlikte gerçekte yetkileri olmayan Mısır Abbasi halifelerinin isimleri sikke ve hutbelerde Memlük sultanları ile birlikte zikir edilmeye başlandı.

        İslamiyet'in geniş bir coğrafyaya yayılması ile birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında halife unvanını kullanmışlardır. Bu anlamıyla hilafet bir hükümranlık ifadesi olarak değerlendirilmiş ve meseleye şer'i bir dayanak bulabilmek için, "Hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler" şeklinde yorumlar yapılmıştır. Osmanlı sultanları da I. Murad'dan (ö. 1389) itibaren bu geleneğe uyarak halife unvanını kullanmışlardır.

        Yavuz Sultan Selim (ö. 1520) döneminde Mısır ve Arap yarımadası Osmanlı hakimiyetine girince padişah "hadimü'l-Haremeyni'ş-şerifeyn" unvanına sahip oldu. Mısır'ın fethi üzerine son Abbasi halifesi III. Mütevekkil-Alellah'ın hilafeti Sultan Selim'e bir merasimle devrettiği -dönemin tarihi kaynakları tarafından kesin olarak teyit edilmemiş olmakla birlikte- şeklinde bilgiler vardır. Hicaz ve Mısır'da hakimiyet kurulmasından sonra yapılan yazışmalarda Osmanlı hükümdarları tabii hak olarak halife unvanını daha güçlü şekilde vurgulamaya başladılar. Kanuni Sultan Süleyman (ö. 1566) zamanında Osmanlı sultanlarının Kureyş soyuna mensup olmamalarının halifelikleri için engel olup olmayacağı konusu İslam hukukçuları tarafından gündeme getirilmişse de halife olabilmek için Kureyş kabilesinden gelme şartının bulunmadığı ve zamanın imamı olan Sultan Süleyman'ın halifeliğinin meşruiyetinin bütün Müslümanlarca tasdik edildiği hususunda mutabakat ortaya çıktı. Kanûni ve III. Murad (ö. 1595) tarafından Kuzey Afrika'da hüküm süren Sa'di sultanlarına gönderilen mektuplarda Osmanlı hilafetini kabul etmelerinin istenmiş olması bu hususu teyit etmektedir. 1727'de III. Ahmed (ö. 1736), Afgan hükümdarı Eşref Han ile imzaladığı bir antlaşmada kendisini "bütün Müslümanların halifesi" olarak nitelendirdi. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasında da Osmanlı padişahları bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanındığı resmen belgelendi. Osmanlılardan ayrılan ilk İslam toprağı olan ve müstakil hale gelen Kırım Hanlığı dini bakımdan hilafet müessesine bağlılığını sürdürecek ve hutbeler Osmanlı padişahı adına okunacaktı.

        Tanzimat Fermanı'yla geleneksel halifelik anlayışında önemli değişiklikler meydana geldi ve hilafet padişahın sadece Müslümanların reisi olması dolayısıyla dini riyasete, saltanat ise aynı zamanda gayrimüslimleri de kapsadığı için salt siyasi riyasete dönüştü. II. Abdülhamid (ö. 1918) hilafet kurumuna özel bir önem verdi. Osmanlı hilafetini hem teoride hem de pratikte kuvvetlendirmek için tedbirler aldı. Otuz üç yıllık saltanatı boyunca İslam dünyasını genel olarak Osmanlı hilafeti etrafında birleştirmeyi ve ortak bir kamuoyu oluşturmayı başardı. II. Meşrutiyet döneminde hilafetin kazanmış olduğu milletlerarası mahiyet korunmaya çalışılırken, iç siyasetteki konumu ise daraltılmak istendi. Çünkü halifenin millet üstünde değil halifeyi tayin eden milletin onun üzerinde hakimiyeti vardı ve hükûmet reisi makamında olan halifenin hak ve yetkileri sadece icra ile sınırlıydı. 22 Ağustos 1909 tarihli kanunla halifenin hak ve yetkileri daha da sınırlandırıldı. İttihat ve Terakki yönetimi, Trablusgarp ile Balkan savaşları esnasında İslam dünyasından özellikle de Hindistan'dan gelen maddi ve manevi destekleri görünce halifenin ilan edeceği cihad-ı ekberden fayda umdu.

        Ancak İngiltere, Fransa ve Rusya kendi Müslüman sömürgelerinde gereken tedbirleri alıp halkı harekete geçirmesi muhtemel bütün kişi ve kuruluşları tasfiye etti. İngiltere'nin Araplara yönelik çalışmalarının bir sonucu olarak Şerif Hüseyin (ö. 1931) Osmanlı Devleti'ne isyan etti. Şerif Hüseyin'e hilafet meselesini gündeme getirmemesi ve savaş bitimine bırakmasını tavsiye eden İngilizler, savaştan sonra da İslam aleminden gelen tepkiler üzerine hilafet meselesine karışmak istemediklerini bildirdiler. Lozan görüşmelerinde de Şerif Hüseyin'e destek vermediler. Bunda Hindistan'da ortaya çıkan Hindistan Hilafet Hareketi etkili oldu. 

        1921 anayasasında muhafaza edilen hilafet 1 Kasım 1992'de lağvedilen saltanattan ayrıldı. Son padişah VI. Mehmed'in (ö. 1926) 17 Kasım 1922'de İstanbul'dan ayrılması üzerine veliaht Abdülmecid Efendi'den saltanat iddiasında bulunmayacağına dair bir belge alınarak halife ilan edildi. Bütün İslam halifelerinin haiz olduğu "emirü'l-mü'minin" yerine "halife-i müslimin" unvanı verilen yeni halifeye 24 Kasım 1922 günü Topkapı Sarayı'ndaki Hırka-i Saadet Dairesi'nde biat edildi. Abdülmecid Efendi'nin (ö. 1944) tartışmalara sebep olan saltanatsız hilafeti 3 Mart 1924'te halifeliği kaldıran ve Osmanlı hanedanını yurt dışına çıkarmayı öngören 431 sayılı kanunun kabulüne kadar sürdü.

        YAZAR

        Mustafa Küçükaşçı