Öyle bir otel ki...
İyi tasarlanıp , iyi çekilmiş etkili bir açılış sahnesiyle başlıyor film... Bir adamın otel odasına girişini; uzun, zahmetli çabaların ardından elindeki çantayı döşemelerin altına saklamasını ve sonra otel odasını yeniden eski haline getirişini seyrediyoruz. Üstelik tek bir açıdan... Geniş açı lensle çekilen, sıçramalı kurgu (jump cuts) tekniğinin kullanıldığı bir genel plan bu... Adamın yaptığı işe harcadığı emek, gösterdiği özen akılda kalıyor. Odanın perdeyi tümüyle kaplaması ve adamın resmin içinde hacimsiz, zayıf bir figür olması, otelin film boyunca bir karakter olarak ele alınacağını önceden hissettiriyor sanki... Sahnenin koyu, canlı ve sıcak renk tonları için de benzer bir şey söylenebilir. Daha ilk anlardan itibaren, otelin gücünü, negatif enerjisini ve karanlığını sezmek mümkün. Kaldı ki, hikâye sadece döşemelerin altına gizlenen çanta ve tesadüfen bir araya gelen 7 karakterle ilgili değil. Hikâye, daha çok otelle ilgili...
Otelin ABD'nin derin karanlığını temsil ettiğini söylersek çok da uçmuş olmayız. Otel ve derin devlet arasında saklanmaya gerek görülmeyen açık bir bağ var. Zaten FBI Başkanı Hoover'ın adını duymamızla birlikte film, niyetini açık ediyor... Otel, gizli dehlizleri, çift taraflı aynaları, gizli mikrofonları ve kamerasıyla derin devletin çirkin enstrümanlarından biri. Ama o çirkinlik, bayağı bir gösterişin ardına saklanmış durumda. Otel, mimarisi ve dekorasyonuyla 1950'lerden 1970'lerin başına kadar uzanan bir dönemin zevkini getiriyor akla. Lobi ve odalar geniş ama tuhaf şekilde ferahlık hissi vermiyorlar. Mekânın her yanına bulaşmış bir insansevmezlik ve boğuculuk hissediliyor. Otelin özellikle son bölümde cehennemi akla getiren bir yere dönüşmesi kuşkusuz şaşırtıcı değil.
Öte yandan, otel filmin tek mekânı değil. Karakterlerin geçmiş hikâyelerini seyrederken farklı yerlere gidiyor ve değişik film türlerine konuk oluyoruz... Hatta her karakterin otele, kendi öyküsüyle birlikte kendi film türünü getirdiği dahi söylenebilir. Kimi bir soygun, kimi bir savaş filminden geliyor. İşin içinde bir caz şarkıcısının dramı, sahte peygamber bozuntusunun marifetleri, derin Amerika'nın şiddet tutkunu bencil beyaz kızları, hatta Vietnam savaşı bile var... Goddard, Quentin Tarantino'nun tarzını hatırlatan bölüm başlıklarıyla lineer olmayan bir hikâye kurgusu kullanıyor. Aynı olayı farklı karakterlerin bakış açılarından anlattığı bölümler de var... Tüm bunlar filmin anlatısını zenginleştiriyor, sinemasal cazibesini artırıyor.
Filmde, karakterlerden ziyade Amerikan toplumunu yansıtan tipler olduğu söylenebilir. Kötü kalpli karakterler, merhametsizlikleri, kibirleri, iktidar tutkularıyla öne çıkıyorlar. İyiler de öyle çok mükemmel değiller ama en azından vicdanlarıyla hareket ediyor, birbirlerini anlıyorlar.
“El Royale'de Zor Zamanlar”, gerçekçi değil simgesel, hatta belirli ölçülerde politik bir film... Senaryoyu da yazan yönetmen Drew Goddard'ın derdi, otel ve 7 karakter üzerinden ABD'nin bir dönemini anlatmak gibi görünüyor... Kaldı ki, her şeyin kendi hayal dünyasında geçtiği belli. Zorbaları deşifre ediyor, mağdurun ve ötekilerin tarafını tutuyor... El Royale otelinin tam ortasından California - Nevada sınırının geçtiğini unutmayalım. “Sınırda olmak”, filmin metaforlarından biri. Otel, geçmişle şimdinin, iyiyle kötünün arasında duran bir yer... Karakterler de kendi kişisel sınırlarının ötesine geçiyorlar...
Yönetmen Drew Goddard, oyunculara geniş bir alan açmış. Jeff Bridges rahipte, Cynthia Erivo caz şarkıcısı Darlene Sweet'de, Lewis Pullman ise resepsiyonist Miles'da diğerlerinden bir adım öne çıkan performanslar sergiliyorlar. Genç Cailee Spaeny, Ruth rolünde sade yorumuyla dikkat çekiyor. Dakota Johnson kötü değil ama oynadığı Emily karakterinin iyi yazıldığı söylenemez. Jon Hamm ve Chris Hemsworth ise rolleri gereği biraz “fazla fazla” oynuyor, hatta şov yapıyorlar. Filmin göze çarpan sorunu, karakterlerin tek boyutluluğu ve renksizliği... Hikâyenin sahicilikten uzaklığıyla karakterlerin sığlığı birleşince film bence irtifa kaybediyor.
“El Royale'de Zor Zamanlar” politik derinlikten ve psikolojik inceliklerden uzak. Drew Goddard'ın tutku dolu yazarlığı ve yönetmenliği, her şeyin biraz abartılı ve gösterişli olduğu gerçeğini unutturmuyor. Filmin en önemli kozlarından biri şarkılar. Goddard, blues şarkılarından Deep Purple'a uzanan harika bir soundtrack listesiyle geliyor karşımıza. Seamus McGarvey'in görüntü yönetiminin de altını çizmek gerekiyor. McGarvey, otelin tekinsiz karanlığıyla canlı renkleri buluşturuyor, finale doğru da cehennemi bir atmosfer oluşturuyor.
“Dehşet Kapan”nı (The Cabin in the Woods) da yazıp yöneten Drew Goddard, gerçekten ilgiye değer bir yönetmen. İlk filminde olduğu gibi karakterlerin film klişeleri içinde yaşadığı dünyalar kurmayı seviyor ve gerçekten farklı öyküler anlatıyor.. Ama ayaklarımızı yerden kesecek filmi için galiba biraz daha beklememiz gerekiyor.
Filmin notu: 6.5