Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Takım elbiseli erkekler arasında tek başına bir kadın... Kendinden emin, başı dik yürüyor... Ruth Bader Ginsburg'ün hikâyesini anlatan bir film için gerçekten güzel başlangıç; çünkü Ginsburg, cinsiyet ayrımcılığını yaşamış ve ona karşı mücadele etmiş kadınlardan biri.

        Açılış sahnesi bizi 1950'lerin sonlarında, ABD'de, Harvard Hukuk Fakültesi'ne götürüyor. Yüzlerce erkek öğrencinin arasında sadece birkaç kız var... Harvard dünyanın en prestijli eğitim kurumlarından biri ama o yıllarda cinsiyet ayrımcılığına karşı değil. Tam aksine, dekanın açılış konuşması ya da kız öğrencilere verdiği yemek davetindeki tavırları dahil, Harvard'ın o dönemde cinsiyet ayrımcılığına sonuna kadar sahip çıkan bir kurum olduğunu görmek mümkün. Ruth (Felicity Jones) öğrenci olarak harikalar yaratsa da yönetim tarafından asla erkek öğrenciler gibi kabul görmüyor, ciddiye alınmıyor. Kız öğrencileri “okula kabul etmeyi” dahi büyük lütuf olarak gören “Harvard erkek zihniyeti” yıllar sonra Ruth'un karşısına Yüksek Mahkeme'de bir kez daha çıkıyor...

        Öte yandan, 1960'lı yıllarda Ruth'un avukat olarak iş bulamamasını unutmayalım. ABD gibi bir ülkede, diplomalı hukukçu bir kadının avukatlığının erkek egemen dünya tarafından engellenmesi gerçekten çarpıcı... Bu sahnelerde bağnazlığın ve bilinçdışındaki kadın düşmanlığının, ABD gibi bir ülkede, hem de 1960'ların sonlarında ne kadar diri ve güçlü olduğunu görmek mümkün... Harvard Hukuk Fakültesi'nin dekanı Erwin Griswold'un (Sam Waterston) evinde “dört duvar arası”nda yapılan konuşmalar da çarpıcı. Bu sahnede “cinsiyet ayrımcılığının” Amerikalı muhafazakârlar için ne kadar önemli bir kale olduğu ve kadınların evlerinden çıkıp, sosyal hayata girmesinin erkekler üzerinde yarattığı endişe de vurgulanıyor.

        Senaryosunu Daniel Stiepleman'ın yazdığı “Eşitlik Savaşçısı”, usta yönetmen Frank Capra'nın 1940'lı yıllarda çektiği “Mr. Smith Goes to Washington” gibi filmlerinin havasını taşıyor. Yönetmen Mimi Leder da “Eşitlik Savaşçısı”nı, anlatım tarzı olarak 1950'lerden kalma eski usul bir Amerikan filmi gibi tasarlayıp yönetmiş... Buna karşılık, filmde 1960'lar ve 70'lerin radikal Amerikan politik sinemasından izler bulmak mümkün değil.

        Bu üslup seçiminin filmi hafifleştirdiği kesin. Sözgelimi bu yıl seyrettiğimiz 1970'lerin politik filmlerini hatırlatan “Karanlıkla Karşı Karşıya”ya oranla çok daha hafif ve duygusal bir yaklaşım var. Karakterler tek boyutlu, aralarındaki ilişkiler de öyle... Ama cinsiyet ayrımcılığına karşı verilen mücadele konusunda filmin doğru bir noktada durduğunu düşünüyorum. Özellikle kadınlar ve erkeklerin ayrımcılığa karşı kol kola mücadele etmesi; Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği hukuk direktörü Mel Wulf'un (Justin Theroux) Ruth ve Martin'e verdiği desteğin altının çizilmesi önemli... Dolayısıyla, “Eşitlik Savaşçısı”, “#MeToo çağı”nın mücadeleci ruhuna uygun bir film.

        Hukuki süreçlerin konu edildiği birçok gerçek hayat hikâyesinde olduğu gibi yasal ayrıntılar hikâyenin akışını biraz zorluyor. Sonuçta her şeyin, birkaç yüz dolarlık vergi indiriminden yararlanamayan bir adamın davası üzerinden ilerlemesi filmin çok da lehine çalışmıyor. Ama yine de sivil haklar mücadelesi tarihinden bir kesit seyretmek isteyenlere gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim...

        Filmin notu: 6

        Diğer Yazılar