Son yılların en iyi TV dizilerinden biri
Her şey, Charlize Theron'un 2009 yılında yönetmen David Fincher'a bir kitap vermesiyle başladı… FBI ajanı John E. Douglas'ın Mark Olshaker ile birlikte yazdığı “Mindhunter: Inside the FBI's Elite Serial Crime Unit” adlı, gerçek olayları anlatan bir kitaptı.
Oyunculuğunun yanı sıra son yıllarda yapımcılığıyla da öne çıkan Charlize Theron'un neden David Fincher'ı tercih ettiğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.
2007 yapımı “Zodiac”ı seyreden daha birçok kişi için en doğru seçim Fincher olurdu kuşkusuz... Çünkü “Zodiac”, gerçek olayların akışını çok fazla eğip bükmeden de geniş kitleye seslenen bir Hollywood filmi yapılabileceğinin kanıtıydı.
Belli ki Theron'un aklında, her yıl yüzlercesini seyrettiğimiz ve hepsi birbirine benzeyen suç dizilerinden ziyade “buram buram gerçek kokan” bir dizi vardı.
Sonuçta Theron’un sezgileri doğru çıktı. 2017 sonbaharında Netflix’in yapımcılığında karşımıza gelen “Mindhunter”, seriye yapımcı ve yönetmen olarak imza atan David Fincher'ın ellerinde alternatif bir suç dizisine dönüştü. Kuşkusuz, tüm bu süreçte diziye “creator” (yaratıcı) ve yazar olarak imza atan Joe Penhall'un adını da anmamız gerekiyor.
Penhall'un gerçekler üzerine kurulmuş bir kitabı, dramatik esere dönüştürürken yaşanabilecek zorlukların üstesinden çok iyi geldiğini düşünüyorum. Özellikle karakterleri ve aralarındaki ilişkileri geliştirirken sağlam ve derinlikli bir iş çıkardığı kesin.
“Mindhunter”, alışıldık anlamda hikâye örgüsüne sahip bir dizi değil. Her şey, FBI Davranış Bilimi Birimi'nin kuruluşu ve ilk yıllarıyla ilgili...
Seyirciyi ekran başında tutan, hikâyeden ziyade karakterler ve yaşadıkları dönem… Seri katil ifadesinin henüz keşfedilmediği, bunun yerine farklı ifadelerin kullanıldığı bir dönemdeyiz... Öyle ki, tam olarak ne yaptıklarını herkese tek tek açıklamaları gerekiyor.
Dizinin üç ana karakterinin de gerçek kişiliklerden esinlenilerek yazıldığını belirtelim. Seri katillerin aklından geçenleri anlama konusunda tam bir dâhi olan Holden Ford (Jonathan Groff), kitabın yazarı John E. Douglas’dan başkası değil. “Suçluları anlama” konusunda ilk çalışmaları başlatan Bill Tench (Holt McCallany) ise Robert K. Ressler… Suçluların zihninin nasıl işlediğini araştıran ilk uzmanlardan olan Wendy Carr (Anna Torv) da adli psikiyatrist ve araştırmacı Ann Wolbert Burgess'den esinlenilerek yazılmış bir karakter...
1970'lerin sonlarında geçen ilk sezon, Virginia Quantico'daki FBI Akademisi'nin Eğitim Bölümü'ne bağlı Davranış Bilimi Birimi'nin bodrum katındaki kuruluş öyküsünü anlattı. Ekibin bir araya gelişi kadar, ana karakterlerin özel hayatlarını ve birbirleriyle ilişkilerini de seyrettik. Özellikle seri katillerle cezaevlerindeki görüşme sahneleri ve daha sonra aralarında yaptıkları değerlendirme toplantıları, ilk sezonun “kalbi” niteliğindeydi... Toplantılarda konuştukça önlerinde yeni ve bilinmez bir coğrafyanın açıldığını fark ediyorlardı... Kuşkusuz, sahaya inip vakalarla da ilgilendiler ama “Mindhunter”, ilk sezonun hiçbir anında “bulmaca çözülür, katil yakalanır” türündeki dizilerden biri olmadı. Zaten, niyet o değildi.
İkinci sezonda da durum çok değişmedi... 1980'lerin hemen başında yeni yöneticinin desteğiyle bodrumdan üst katlara çıktılar ve cezaevlerinde katillerle görüşmeyi sürdürdüler... Ama Atlanta'daki çocuk cinayetlerinin artmasıyla ikiye ayrıldılar. Ford ve Tench, Atlanta'ya gitti... Carr ise “merkez”de, “saha”nın dinamizmi ve heyecanından tümüyle mahrum kaldı; yeni sevgilisiyle yaşadığı sorunlara gömüldü...
Ana karakterin ana mevzunun dışında tek başına takıldığı bir polisiye dizi olabilir mi, diye sorabilirsiniz. Eğer dizinin adı “Mindhunter” ise açıkçası her şey mümkün... Fincher'ın kafasında 3 sezon daha olduğunu düşünürsek Atlanta'da yaşananlar ve Wendy Carr'ın bir türlü bitmeyen hüzünlü yalnızlığı şimdilik sadece büyük resmin parçaları... Zaten “Mindhunter”ın güzelliği, seyirciye hep hikâyenin henüz başında olduğunu hissettirmek...
İlk sezonda, kimliği hakkında açık ipuçları verilmeyen “potansiyel seri katil”in bölümlerin başına ya da sonuna serpiştirilmiş kısa sahneleri, “Mindhunter”ın asıl hikâyesini sakladığı hissini veriyordu. İkinci sezonda “o katil”in Dennis Rader olduğu netleşti ama tafsilatlı hikâyesi yine gelecek sezonlara kaldı...
Merak edip Dennis Rader'in kim olduğunu araştırdığınızda, kendisinin yıllarca yakalanamadığını görmeniz mümkün... Tam da bu noktada “Mindhunter”ın katili yakalamak kadar “yakalayamama meselesi”ne odaklandığının da altını çizmek gerek...
“Mindhunter”, ilk bölümünden bu yana başarısızlığın hikâyesini anlatma konusunda hiç gönülsüz değil... Seri katil ya da katillerin yakalanmasından ziyade araştırma ve soruşturma sürecine odaklanan bir dizi. Tıpkı Bong Joon Ho'nun yönettiği 2003 yapımı Güney Kore filmi “Cinayet Günlüğü” (Salinui chueok – Memories of Murders) ve “Zodiac” gibi...
Her koşulda kötülerin hakkından gelmeyi bilen sert polislerin ve zeki dedektiflerin başarılarını anlatmaya alışmış Amerikan dizi geleneği için “Mindhunter”, daha önce hiç girilmemiş bir “yan yol” aslında...
İkinci sezonun yine aynı “yan yol”da geçtiği söylenebilir...
Yeni sezon büyük oranda Amerikan suç tarihinin karanlık sayfaları arasında yer alan Atlanta Çocuk Cinayetleri üzerine kurulu... Dönemin Atlanta'sı ırklar arasındaki gerilimin hiç bitmediği, Ku Klux Klan'ın varlığını sürekli hissettirdiği bir şehir... Belediye Başkanı'nın kendilerinden olmasının dahi Afrika kökenli Amerikalıları rahat ettiremediği belli... Çünkü kenar mahallelerdeki yoksulluğun çözümü zor. Atlanta, ebeveynlerin gözetiminden uzak çocukları ve uyuşturucu pençesindeki gençleriyle çocuk katillerinin korkusuzca yaşadığı bir yer...
Holden Ford'un böyle bir şehirde “siyahi çocukların katili olarak siyahi bir pedofil” araması, Afrika kökenli Amerikalıların kabullenebileceği bir şey değil... O yüzden, kamuoyundan özenle saklanıyor.
Peki, vakayı katil profiline dayalı öngörüleriyle çözmek isteyen Holden Ford haklı mı? Soruşturma boyunca, ikiyüzlü politik hesaplar ve bürokrasiyle cebelleşen Ford'un haklı olduğunu düşünüyoruz içten içe... Ama finalde, Atlanta Çocuk Cinayetleri'nin Ford'un sezgilerinin ötesine geçen bir karanlık olduğunu hissediyoruz.
“Mindhunter”ın ikinci sezonu, zihnimizde beliren sorulara açık yanıtlar vermiyor, veremiyor. Ama bazı gerçekleri ima etmekten de kaçınmıyor... Yerel polis teşkilatının cinayet soruşturmalarını çok kötü yürütmüş olması gerçeği ve potansiyel katilleri koruma ya da barındırma ihtimali göz ardı edilmiyor...
Holden Ford'un Atlanta'dan ayrılırkenki tatminsizliği ve kafa karışıklığı, tam da “Mindhunter ruhu”nu yansıtıyor aslında... Yerel, ulusal yöneticiler ve FBI'ın sonuçtan memnun olması ise kuşkusuz ayrı bir konu. Herkes istediğini elde edince gerçeği ortaya çıkarmak da gereksizleşiyor...
İlkine oranla daha politik ve sosyal açıdan karanlık bir sezonla karşımıza gelen “Mindhunter”ın en etkileyici yanlarından biri, katillerin zihnine bakma fırsatı vermesi... Birimin, seri katillerle yaptığı ve büyük oranda gerçek belgelerden alınan görüşmeleri anlamak, anlamlandırmak her zaman çok kolay değil. Ama ikinci sezonun sonunda geldiğimiz noktada, dizinin seri katillerle modern dünya arasındaki ilişkilerin keşfinde önemli adımlar attığını söylemek mümkün...
Seri katiller, modern dünyanın aşılması ve çözümlenmesi zor bütün sorunlarını yansıtan karakterler.
“Mindhunter” seri katillerin zihnini anlamaya çalışırken onların yetiştiği “bataklık” üzerinde düşündürüyor bizi... İnsanların çoğunlukla yalnız, tek başına ve korumasız kaldığı bir bataklık bu...
Yeri gelmişken, ikinci sezondaki Charles Manson görüşmesinin gerçekten etkileyici anlar vadettiğini de söyleyelim.
ABD'yi seri katillerden kurtarmak isterken eşiyle gözü gibi baktıkları 7 yaşındaki oğullarının potansiyel bir katil olup olmadığı sorusuyla yüzleşen Tench'in dramını da unutmamak gerek..
“Mindhunter” üzerine daha çok şey yazılabilir. Özellikle de karakterler ve onların seri katillerle kurdukları ilişkiler üzerine... Gerçeklerle kurmacayı nasıl birleştirdiler, kestirmek zor ama Ford, Tench ve Carr zaafları erdemleri, zayıf veya güçlü yanlarıyla derinlikli yazılmış, iyi oynanmış karakterler...
En karmaşık cinayetlerin mutlaka çözüldüğü, katillerin finalde adalete teslim edildiği çağdaş suç dizilerini seyretmeye alışmış bir seyirci için “Mindhunter”ın ne ifade edeceğini kestirmem zor.
Öte yandan, aksiyondan uzak, sakin, ağır temposu; soğuk, pastel renkler üzerine kurulu görsel dünyası, Jason Hill'in müzikleri ve bölüm sonlarında çalan şarkılarıyla “Mindhunter”ın birçok kişi tarafından çok sevildiğini de biliyorum.
Sadece kendi adıma konuşursam, son yılların en iyi televizyon dizilerinden biri...
Özellikle, “dizilere hiç bulaşmam” diyen sinemaseverlere öneririm.