Güç, hiyerarşi ve taciz
Proje aşamasındayken bile üzerinde çok konuşulan bir filmdi “Skandal” (Bombshell)....
Nasıl konuşulmasın ki? 2016 yılının gündemine damga vuran bir olaydı Fox News kurucusu ve CEO’su Roger Ailes'e açılan cinsel taciz davası...
Yapımcı Harvey Weinstein'a karşı verilen mücadelenin büyüyerek MeToo Hareketi'ne dönüştüğü bir dönemde, Hollywood'un çok vakit kaybetmeden Roger Ailes vakasına eğilmesi elbette şaşırtıcı değil. Ama yine de büyük bir medya devinin “iç işleri”ne bakmanın, kendine göre zorlukları olduğu kesin. Hem de olayın üzerinden çok fazla vakit geçmeden...
Charles Randolph'un senaryosunu yazdığı “Skandal” meseleyi doğru yerden yakalamasını biliyor. Daha doğrusu, odağını doğru tespit ediyor.
Filmin odağında sadece cinsel taciz yok. Bilinçli şekilde inşa edilen bir erkek iktidarı eleştirisi var...
Hikâyedeki üç kadın karakteri kuşatan iktidarın nasıl bir şey olduğu, filmin açılış sahnesinde hissettiriliyor. Fox News kanalının bulunduğu binadaki katların hiyerarşik düzeni anlatılırken “gücü kontrol eden güç” diye bir ifade kullanılıyor mesela... Filmin ilk anlarından itibaren binadaki hiyerarşi ve güç ilişkilerinin çerçevesi çiziliyor; her şeyi o çerçevenin içinden görmemiz sağlanıyor. Çünkü cinsel taciz ile iktidar ilişkileri arasında bir bağ var... Hem de güçlü bir bağ...
Film bu iktidar meselesini sadece bir bina ya da şirketle sınırlı tutmuyor. Donald Trump üzerinden daha da genişletiyor; olup biten her şeyi günümüz ABD'si üzerinden görmemizi sağlayarak politik eleştirisini keskinleştiriyor.
Cumhuriyetçi Parti'nin Başkan adayı olmak için siyasi mücadele veren Donald Trump ile Fox News'dan Megyn Kelly arasında 2016'da yaşanan gerilimli süreç, filmde ayrıntılarıyla işleniyor. Roger Ailes ve Trump, sonuçta erkek zihniyetinin iki temsilcisi olarak geliyorlar karşımıza... Öte yandan, Megyn Kelly'nin Trump ile ilgili yanlış öngörülerine tanık olmak, filme sinik bir kara mizah duygusu da getiriyor.
“Skandal” bir bütün olarak iyi yazılıp çekilmiş bir film... Ama filmin beni en çok etkileyen yanı, Roger Ailes'e karşı açılan taciz davasının hemen ardından Fox News içinde yaşananlar oldu aslında... Filmin gerçek olaylar üzerinden ilerlediği düşünüldüğünde, özellikle çalışanların tepkileri, bugünün dünyasını anlamamıza yarayan sosyal bir laboratuvar gibi aslında...
Kendi adıma “Skandal”ın tam da o bölümlerde daha iyi bir film olmaya doğru evrildiğini düşündüm. Çünkü o sahnelerde film, meselenin sadece bir şirketle, bir yöneticiyle değil, tüm bir sistemle ilgili olduğunu hissettiriyor.
Evet, ezilenlerin başvuracağı bir hukuk sistemi var ama erkek iktidarı öylesine güçlü ki adalete giden yollar zaten kendiliğinden tıkanıyor... Bu yüzden mağdurların, daha zekice yan yollar bulması, sistemdeki çatlaklardan sızması gerekiyor...
Mücadeleye girenler, kendini biraz daha güçlü hissedenler ya da kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanlar...
Kaybedecek çok şeyi olanların mücadelenin dışında kalmaya çalışması, belki anlaşılabilir bir şey... Asıl trajik olan ise çoğunluğun çaresiz şekilde güçlüden yana taraf olması...
Film, iktidarın nasıl bir şey olduğunu göstermiyor sadece... Cinsiyet ayrımcılığının ötesinde meselenin sınıfsal boyutunu koyuyor ortaya.
Öte yandan, cinsiyet ayrımcılığının da iyi ele alındığı kesin. Filmin bir sahnesinde bir kadın “Ne var bunda? O bir erkek ve bizi arzulayacak” diyor. Ama film meselenin arzulamakla hiçbir ilgisi olmadığını bize anlatmasını biliyor. Asıl mesele, bir kurumun bir kadını arzu nesnesi olarak sunması ve kadınların kendi istekleri dışında arzu nesnesi olarak hayatlarını sürdürme zorunlulukları...
“Skandal”, Murdoch Ailesi ile Roger Ailes arasına net bir çizgi çekmekle birlikte kanalın siyasi olarak neyi temsil ettiğini vurgulamayı ihmal etmiyor. Film liberal demokrat bir bakış açısına sahip ve Fox'un muhafazakâr cumhuriyetçi yaklaşımına cephe almaktan kaçınmıyor.
Hollywood'da her dönemin, kendi “politik film modelleri” vardır... “Skandal”ın, son yıllarda “The Big Short” (2015) ve “Vice” (2018) ile birlikte Adam McKay'in ortaya çıkardığı bir politik film estetiğinin ürünü olduğu söylenebilir. Her iki film de politik konumlarını açığa vuran ve seyirciyle zihinsel bir diyalog kurmaya çalışan filmler olarak önemlidir. Yönetmen Jay Roach, belki Adam McKay kadar yaratıcı ve oyunbaz bir kurguyla çıkmıyor karşımıza ama politik çerçevesini işlevsel şekilde çizmeyi başarıyor.
Roach, filmin özellikle ilk bölümünde McKay'in üslubundan esinlenen bir yapı kuruyor... Kurgu, hızlı planlar eşliğinde “canlandırma belgesel” havası ve dramatik sahneler arasında gidip geliyor. Buradaki "hibrit" estetik yapı, biraz da anlatıcı kullanımı nedeniyle şekilleniyor. Özellikle anlatıcının kameraya baktığı çekimleri unutmamak gerekiyor. Film, donan kareler ve çerçevede beliren yazılar eşliğinde bizle kurduğu diyaloğu zenginleştiriyor. Dolayısıyla, hikâye anlatımı kadar hikâyenin kurulduğu politik çerçevenin yansıtılması da önem kazanıyor. Trump'ın Charlize Theron'un canlandırdığı Megyn Kelly'nin karşısında arşiv görüntüleriyle karşımıza gelmesi, bir filmin içinde olduğumuzu hissettiriyor ve meselenin politik yanına odaklanmamızı kolaylaştırıyor...
Jay Roach'un yönetmenliğini genelde sevdim ama tacizi gösteren sahnede kameranın gözetleyici konumunu biraz rahatsız edici buldum. Roach'un orada kamerayı erkeğin ya da kadının bakış açısından kullanması gerektiğini düşünüyorum. Kameranın erkek seyirciler adına kadın bedenini röntgenleyen konuma geçmesi, filmin ruhuna pek uymuyor.
Filmin akılda kalıcı görsel imgelerinden biri asansör... Asansör aynı zamanda güç ilişkilerini anlatan metaforlardan biri... Jay Roach, üç kadının asansörde bir araya geldiği sahnede Theodore Shapiro'nun filmin bütününe oranla farklı bir tarza sahip müziğiyle kadın dayanışmasına vurgu yapıyor. Olayları medyadan takip eden ve hikâyenin sonunu bilenlere adeta göz kırpıyor.
Filmin en güçlü yanlarından biri oyunculuklar... Charlize Theron, Nicole Kidman ve Margot Robbie, cinsel tacizin insan ruhu üzerindeki etkisini görünür kılmayı başarıyorlar... Üçünün oyunculuğundaki nüanslar olmasa, filmin eksik kalacağı kesin...
Fox News kanalında çalışan ve işinde yükselmek isteyen genç bir kadını canlandıran Margot Robbie duygularını gösterme konusunda daha olanaklı bir karakteri canlandırıyor... Gretchen Carlson rolünde seyrettiğimiz Nicole Kidman, her zaman olduğu gibi kusursuz. Ama sonuçta daha düz bir rolü var. Filmin merkezinde duran Megyn Kelly'yi Charlize Theron canlandırıyor... Karakterin oyuncuya verdiği olanaklar daha geniş görünüyor ama Theron'un başarısı sade bir yorumla rolünü derinden kavraması; içinde kopan fırtınaları, kararsızlıkları, çelişkileri hissettirebilmesi... Makyajla gelen fiziksel değişim bir yana sesini de farklı kullanıyor.
Makyaj büyük bütçeli filmlerde bile bazen bir yabancılaştırma öğesi haline gelebiliyor ama Roger Ailes rolündeki John Lithgow'un makyajı gerçekçi duruyor. Lithgow da rolde ustalığını konuşturmuş...
“Skandal”, yakın tarihte yaşanan bir olayı bence doğru bir perspektiften, sığlıktan uzak bir yaklaşımla ele alıyor ve hedefine ulaşıyor...
7/10