Matrak bir suç kargaşası
Son yıllarda "Sherlock Holmes" serisi, "The Man From U.N.C.L.E", "Kral Arthur: Kılıç Efsanesi" ve "Aladdin" gibi Disney uyarlamalarıyla "çok renkli, karışık" bir filmografiyle karşımıza çıkan Guy Ritchie'nin ilk iki uzun filmi “Lock, Stock and Two Smoking Barrels” (1998) ve “Snatch”in (2000), karakterleri ve kara mizah duygusuyla hafızamızda apayrı bir yeri vardır...
Ritchie'nin ilk iki filmine o yıllarda “Büyük Britanya'nın Quentin Tarantino'ya cevabı” gibi baktığımı hatırlıyorum... Ama yıllar içinde çok doğru bir karşılaştırma olmadığını anladım. Özellikle “Kill Bill” ile birlikte kavradığım şuydu: Tarantino'nun suç filmleri, “Tarantino'nun zihni”nde geçiyor; sinema tarihi ve başka filmlerle sürekli bir diyalog içinde şekilleniyorlardı. Tarantino filmleri bizi “gerçek dünya”ya değil, bir sinefilin filmlerle dolu zihnine götürüyordu...
Ritchie'nin suç filmlerinin ise Tarantino'ya oranla daha gerçekçi bir duruşları vardı. Hikâyeler baştan sona hayal edilmiş olsa dahi karakterler Londra suç dünyasından çıkıp gelmiş gibi duruyorlardı. Şöyle ya da böyle Londra kokan filmlerdi bunlar... O sokakların, bölgelerin havasını bilen birinin elinden çıktıkları belliydi.
Peki, “The Gentlemen” için aynısını söylemek mümkün mü?
Çoğu kişi Ritchie'nin özüne döndüğünü düşünüyor ve “The Gentlemen”i özlemle bağrına basıyor... Ben de baştan sona severek, hiç sıkılmadan izledim. Ama ilk iki filmiyle aynı tadı aldığımı söylemem biraz zor.
“The Gentlemen” o filmlere benziyor ama onlarla aynı damardan geldiğine çok emin değilim. Colin Farrell'in canlandırdığı Coach ve talebelerini çıkarırsak, “Londra kokulu” bir suç filmi olduğunu söylemek kolay değil. “The Gentlemen” hikâyesi ve karakterleriyle Amerikan ekolüne daha yakın bir suç filmi...
Ana karakteri Pearson'dan (Matthew McConaughey) kaynaklanan daha ağırbaşlı, ciddi bir havası var. Film bizi ana karakterle özdeşleştiriyor ve suç dünyasının kendi raconu içinde ahlakçı bir yaklaşım geliştiriyor. Bir yanda, insani değerlere daha saygılı suçlular var, diğer yanda ise sadece kendi çıkarlarına odaklanan, hiçbir manevi değeri, iş ahlakı olmayan suçlular... Filmin “beyefendiler” anlamına gelen isminin ironik bir yan anlamı var kuşkusuz. İki iş adamının uygar görünümlü satış görüşmesiyle başlayan süreç, kanlı bir olaylar zincirine doğru evriliyor... Tam da burada, filmin ilk anlatıcısı Pearson'un “Ormanın kralı olacaksan, aslan gibi davranmak yetmez, aslan olmak zorundasın” lafını da unutmayalım. Hikâyenin çerçevesini kuran, bir noktadan sonra filme hükmeden şiddetin gerekçesini önceden haber veren bir söz bu...
“The Gentlemen” ile Ritchie'nin ilk iki filmi arasındaki en görünür akrabalık, hikâye anlatımında gösteriyor kendini. “Lock, Stock and Two Smoking Barrels” ile “Snatch”de karakterlerin kaderlerini kesiştiren çok eğlenceli bir “niyetler, hedefler kargaşası” vardır... “The Gentlemen” de aynı güzergâhı izliyor ve filmin en parlak yanı, Ritchie'nin daha sete girmeden, senaryo yazarı olarak masa başında sergilediği hikâye anlatma ustalığı...
İlk bakışta filmin güzelliğinin hikâye kurgusundan geldiğini düşünmek mümkün. Evet, yer yer sürprizler içeren, unuttuklarımızı veya gözümüzün önünde duranları hatırlatan oyunbaz bir akışı var filmin... Ama sonuçta asıl eğlenceli olan, zamanlar arasındaki o birkaç gidiş gelişten ziyade karakterlerin gizli hedefleri ortaya çıktıkça büyük resmin şekilleniyor olması... Ritchie belli ki burada kara komedilerin yapısından faydalanıyor. Herkesin kendi hedefi peşinde koştururken ortaya çıkardığı o matrak ve çılgın kaosa odaklanıyor...
Öte yandan, bütün filmin karakterler arasındaki bir tür poker oyunu gibi kurulduğu söylenebilir... Tüm oyuncuların ancak finale doğru netleştiği “büyük oyun”da masada çok kişi var. Her şey bittiğinde kimin blöf yaptığını, kimin “poker suratı”yla pusuda yattığını, kimin hile yaptığını, en iyi oyunu kimin çıkardığını öğreniyoruz. Sadece kazananın değil, oyuncuların zihninden geçenlerin ortaya çıkması için de finale kadar beklememiz gerekiyor.
Filmi asıl eğlenceli hale getirense karakterler arasında dönen ikili oyunlar... Neredeyse herkesin birbirine karşı olduğu oyunlar bunlar... Ama sürprizleri ele vermeden bu oyunlara girmek mümkün değil. Çünkü kimin kimle nasıl oynadığı ancak sonlara doğru netleşiyor.
Dönen dolapların odağında, İngiltere gibi bir ülkede “yasa dışı ot” yetiştirme mucizesinin altına imza atan Amerikalı Mickey Pearson duruyor... (Bu arada, Pearson'un bu işi nasıl becerdiğini anlattığı ve İngiliz sosyal hayatından gözlemler yaptığı hızlı kurgu sahnesi gerçekten eğlenceli.) Öğrencilik yıllarında geldiği Londra'da torbacılıkla başladığı işi büyüten Pearson, iyi bir paraya tüm üretim - dağıtım ağını devretmek, emekli olmak ve çok sevdiği eşi Rosalind (Michelle Dockery) ile daha çok vakit geçirmek istiyor. İş adamı Matthew (Jeremy Strong) ile el sıkışıp anlaşıyorlar ama kısa süre sonra Pearson'un işlerine yönelik saldırılar başlıyor...
Düzenini kurmuş oturtmuş bir mafya liderinin işleri yolunda giderken ortaya çıkan gizli düşmanını bulmaya çalışması, suç filmlerinde çok sık gördüğümüz bir hikâye formatıdır. Sözgelimi ilk “Baba” (The Godfather) veya İngiliz suç filmi klasiği “The Long Good Friday” benzer hikâyeler çevresinde döner.
Ritchie'nin, bu formata getirdiği en büyük yenilik, Hugh Grant'in oynadığı özel dedektif Fletcher... Ritchie, olaylara kendi “profesyonel” çıkarları nedeniyle bulaşan Fletcher'ı bir tür anlatıcı gibi kullanıyor... Olup bitenlerin önemli bir kısmını, Fletcher'ın Pearson'un sağ kolu Raymond'a (Charlie Hunnam) anlattıkları üzerinden takip ediyoruz. Fletcher'ın farkı, olayları senaryo yazma atölyelerine katılmış amatör senaryo yazarı hevesiyle anlatması... Hatta yer yer “ilk düğümün atılması”, “antagonist” gibi teknik tabirler kullanmaktan çekinmiyor. Yeri gelmişken, Fletcher ile Ray arasındaki “poker oyunu”nun filmin en komik sahnelerine vesile olduğunu belirtelim.
Fletcher'in film senaryosu muhabbetleri üzerinden Guy Ritchie'nin bir senaryo yazarı olarak kendine ayna tuttuğu ve seyirciye kendi varlığını hissettirdiğini düşünenler çıkabilir. Hatta finale doğru yapım şirketi Miramax'a bile selam gönderiyor ama bence asıl derdi, filmi daha eğlenceli ve sürprizli kılmaktan başka bir şey değil. Çünkü Fletcher her şeyi kendi cephesinden anlatıyor ve Ritchie arada başka anlatıcılara geçiyor... Böylelikle, son ana kadar ilgiyi ve merak duygusunu ayakta tutmasını başarıyor.
“The Gentlemen”, mizah duygusunu ihmal etmeden, seyirciyi oyalamasını eğlendirmesini bilen bir suç filmi... Dişe dokunur alt metinlerden, iyi işlenmiş karakter çatışmalarından veya psikolojik derinliklerden söz etmek mümkün değil. Duygusal ve düşünsel olarak bana dokunan, etkileyen bir film olduğunu söyleyemem. Ama su gibi akıp gittiği ve iyi vakit geçirdiğim kesin...
6/10