Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Filistinli sinemacı Elya Süleyman'ın yazıp yönettiği ve oynadığı “The Time That Remains” (2009) ve “Kutsal Direniş”i (Yadon ilaheyya – 2002) hatırladığımda ince ve keskin bir mizah duygusu gelir aklıma... “Ateşin düştüğü yer”den gelen filmlerdir bunlar. “İçeriden” bir bakışla yazılıp çekilmişlerdir... Duygu sömürüsünden uzak ama duyarlı filmlerdir... Çözüm önermek, farkındalık yaratmak ya da Filistinlilerin sesini dünyaya duyurmak gibi öncül hedefleri yoktur. Alçakgönüllü bir tarzda Filistin'de yaşamanın nasıl bir şey olduğunu keşfetmeye çalışır ve “gündelik olan”ın peşine düşerler...

        Diğer bir deyişle, “büyük resmi” bir yana bırakıp ayrıntıya odaklanır, insani olanı keşfetmeyi denerler... Her iki filmde de trajedi, ince bir ironiyle buluşur. Film boyunca gülümsersiniz ama çıktığınızda sızı vardır içinizde.

        Bırakın Filistin sinemasını, Ortadoğu sinemasında dahi Süleyman'ın filmlerinin benzerlerini bulmak kolay değildir. Yeni filmi “Burası Cennet Olmalı”da (It Must Be Heaven) dolaylı yollardan “Bir Filistin filmi nasıl olmalı?” sorusunun yanıtlarını aradığı söylenebilir veya filmi biraz da o gözle seyretmemizi istediği...

        Süleyman, daha önceki filmlerinde olduğu gibi yine “ES” adlı karakteri canlandırıyor. ES, Paris ve New York'a yaptığı gezilerde yeni film projesine kaynak sağlamak için iki ayrı görüşme yapıyor. Paris'teki görüşmede özetle “Projenizin Filistin deyince aklımıza gelenlerle pek ilgisi yok” anlamına gelen bir yanıt alıyor.

        Paris'te gittiği yerde en azından saygı ve ilgi görüyor. New York'ta Meksikalı ünlü oyuncu Gael Garcia Bernal'in aracılığıyla geldiği yerde ise ciddiye bile alınmıyor... Bernal'in bir telefon konuşmasıyla başlayan ve sekreterin Süleyman'a “Size taksi çağırmamı ister misiniz?” demesiyle sona eren bu bölüm, bence filmin en komik sahnelerinden biri... Süleyman, bu sahnelerde Filistin'de ya da Ortadoğu'da çekilecek filmlerin estetiğini yukarıdan belirlemek isteyen Batılı – Kuzeyli yapımcıların, sinema fonu yöneticilerinin kibirli yaklaşımlarını ince bir ironiyle eleştiriyor.

        Elya Süleyman, Ortadoğu sineması için çizilen sınırların dışına çıkmış bir yönetmen... “Burası Cennet Olmalı” da bu sınırların dışında gezinen bir film. Aslında önceki filmlerine oranla daha farklı bir yapıya sahip olduğu söylenebilir... Belirgin bir olay örgüsü yok. Bunun yerine, ES'in Filistin, Paris ve New York'taki günlerini anlatan, epizodik bir yapısı var.

        Süleyman, konuşmayı tercih etmeyen sessiz bir karakteri canlandırıyor. Çevresinde olup bitenlere müdahil olmuyor. Pasif bir gözlemci olarak etrafı seyrediyor... Bahçesindeki ağacın meyvelerini toplayan, dallarını budayan ve bakımını yapan komşuya tek kelime etmiyor mesela... İlerleyen sahnelerde göz göze gelmeye bile çekiniyor. Bu sahneler pasif tutumunun altını daha çok çiziyor.

        Kameranın konumuyla oyuncu Süleyman'ın filmdeki konumu arasında güçlü bir bağ var... Yönetmen Süleyman bu bağın altını çizmek için film boyunca kendisini çoğunlukla karşı açıdan simetrik kadrajlar içinde çekiyor ve daha sonra kesmeyle karakterin öznel bakış açısına geçiyor... Film boyunca benzer açıları ve kesmeleri defalarca yapıyor. Genelde sadece kendi ekseni üzerinde hareket eden kamera gibi Süleyman da hayatın içinde pasif bir gözlemciden farksız... İnsanları dinliyor ve seyrediyor... Süleyman'ın ES karakteri, yer yer Jacques Tati'nin Mösyö Hulot'sunu hatırlatıyor. Tati'nin Süleyman sinemasının esin kaynaklarından biri olduğu kesin... Filmlerde donuk yüz ifadesini pek kaybetmeyen Buster Keaton'ı da unutmayalım. Ama ES'de, Hulot ve Keaton'un karakterlerindeki arzular pek yok... İlle de bir arzu ya da hedef bulmak gerekirse canlı bir kamera gibi sürekli gözlemlemek ve anlamak isteyen biri olduğunu söyleyebiliriz. Süleyman film boyunca karakterin ne gözlemlediğini gösteriyor ama anlama konusunu tümüyle bize bırakıyor, hatta sınırsız bir yorumlama özgürlüğü veriyor...

        Dolayısıyla, filmi analiz etmek için elimizde bir sürü çıkış noktası var... Yukarıda değindiğim “Nasıl bir Filistin filmi?” sorusu bunlardan sadece biri...

        Açılış ve finali birbirine bağlayan Bedevi kadının ayrı bir önemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü filmin bütün imgelerinden ayrı bir yerde duruyor... ES onu zeytin ağaçlarının arasından izliyor... Bir tür melek imgesi gibi...

        Filistin, ayinler sırasında papazların bile şiddete başvurmak zorunda kaldığı, hoyratlığın hüküm sürdüğü, gergin, huzursuz bir yer. Kendileri viski içerken kız kardeşlerinin şarap soslu yemeğine isyan eden abiler, sokaklarda kol gezen sopalı çeteler, yalancı avcılar vd... Şiddet dili her yere hâkim... O Bedevi kadın tüm bunların dışında bir yerde duruyor... Kaybedilmiş bir huzuru temsil ettiği söylenebilir. Belki de ES'in aradığı sadece o huzur... Paris ve New York gibi “barış”ın hüküm sürdüğü şehirlerde bile bulamadığı bir huzur bu...

        Süleyman, Paris'i herkesin çok şık olduğu, podyumda dolaşır gibi kafelerin önünde süzüldüğü bir şehir olarak tasvir ediyor ilk sahnelerinde... Sonra benzer bir defilenin otel odasının karşısındaki pencereden gördüğü ekranda da sürdüğünü fark ediyor. Biz de karşı pencereye tam onun açısından bakıp görüntülere anlam vermeye çalışıyoruz. Özellikle temizlikçi kadının odada dolaştığı anlarda kadraj, perspektfilerin karıştığı bir tür görsel bulmacayı andırıyor.

        Paris'in turistik yerlerini tenha anlarında görüntülemiş Süleyman. Tüm bu güzelliklerin yanı sıra “Fransız savunma sanayisi”ne selam göndermeyi, caddelerdeki ulusal bayram kutlamalarını hatırlatmaktan geri durmamış... Süleyman, Paris'i barışın hüküm sürdüğü ama savaşın varlığını hep hissettirdiği bir kontrastlar şehri olarak betimlemiş... Sokaktaki evsize gösterilen devlet şefkatiyle metrodaki ırkçı beyazın tehdit dolu bakışlarının yan yana geldiği bir şehir...

        ES'in New York serüveni, Filistinli olduğunu öğrenen Afrika kökenli taksi şoförünün sevinç gösterisi ve Yaser Arafat'a ısrarla “Karafat” demesiyle, eğlenceli başlıyor. Ama bir süre sonra New York, Süleyman'ın anlamakta zorlandığı tuhaf bir şehre dönüşüyor. Özellikle Cadılar Bayramı kutlaması sırasında şehir gerçeküstü bir hava kazanıyor... Katıldığı söyleşi sırasında Amerikalı entelektüel moderatörün onu “mükemmel yabancı” olarak tanımlaması, tüm bu sahneleri daha anlamlı hale getiriyor. Süleyman, New York'ta gerçekten her şeyiyle bir yabancı... Filistin'den gelen sanatçı ve aydınlarla katıldığı söyleşide de durum değişmiyor. Sokaklarda ağır silahlarla gezenlerin olduğu sahnede ise Süleyman, bence kendi mizah anlayışının dışına çıkan bir abartıya meylediyor.

        Paris, New York ve Nasıra'nın en önemli ortak özelliği ise polisler... Birçok sahnede farklı bağlamlarda çıkıyorlar karşımıza. Mesela Paris'teki polisler kafenin kaldırım yönetmeliğine uyup uymadığını santimetre hesabıyla kontrol ediyor. Amerikalı polisler ise parkta melek giysili bir kızın peşine düşüyorlar... Elya Süleyman, çağımızın huzursuzluğunu biraz da polislerle anlatıyor; otoriter devletin varlığının altını çiziyor...

        Paris'te ES'e musallat olan sevimli küçük kuş dahil filmde burada sözünü edemediğim birçok imge var... Bunları dilerseniz metafor ya da simge olarak tek tek çözümleyebilir ya da boşverip kendinizi filmin hafif ve eğlenceli akışına bırakabilirsiniz... “Burası Cennet Olmalı”nın her iki durumda da zevkli bir seyir vadettiği kesin... Ben final sahnesini ve o sahnenin hemen üzerine çıkan “Filistin'e...” yazısını çok sevdim... Hafızam beni yanıltmıyorsa ES filmde sadece iki kelime ediyor: “Nasıra” ve “Filistinliyim”... Bütün film de dolaylı olarak hep bu kelimelerin peşinde dolaşıyor sanki...

        7/10

        Diğer Yazılar