Amerika'nın hiç bitmeyen savaşı
Son dönemde gördüğüm en akılda kalıcı açılış sahnelerinden biriyle başlıyor ‘Antebellum’… Sahnenin güzelliği, sadece özenle tasarlanmış kesintisiz kamera hareketinden, mizansenlerin mükemmel zamanlamasından ve çekimin uzunluğundan gelmiyor. İçerdiği gerilim motifiyle bizi çatışmaya hazırlayan müzik de sahnenin güçlü unsurlarından biri… Ama asıl önemli olan, kamera uzam içinde hareket ettikçe filmin tonunun değişmesi ve hikâyenin dramatik olarak şekillenmesi…
Günbatımının sıcak ışığı altında, beyaz bir kız çocuğunun annesine doğru koşmasıyla açılıyor film… Beyaz anne ile kızın sevgi dolu buluşmasının ardından Güneyli askerlerin kadraja girmesiyle Amerikan İç Savaşı döneminde bir pamuk çiftliğinde olduğumuzu anlıyoruz. Kamera çiftlik evinin geniş bahçesinde ilerledikçe önce kölelik düzenine sonra beyazların siyahlara yaptığı zulme tanık oluyoruz…
Beyazların mutlu aile tablosunun, siyahları hedef alan zulüm ve şiddete dönüştüğü bu sahne, ABD’nin Güney eyaletlerinde yıllarca süren ırk ayrımcılığının özünü sergiliyor… Mutluluk ve refah, ırkçı beyazlar için üstünlük, emek sömürüsü ve efendiliğin hep sürmesi anlamına geliyor. Buradaki asıl fikir, beyazların siyahlara karşı sürdürdüğü ‘İç Savaş’ın aslında hiç bitmiyor olması…
Filmin geri kalanı için büyük umutlar beslememize neden olan şık ve anlamlı bir sahne bu… 2016’dan bu yana birlikte çalışan yönetmenler Gerard Bush ve Christopher Renz, yazıp yönettikleri ilk uzun filmi çarpıcı bir sahneyle açmayı başarıyorlar.
Gerçi filmin gerisini aynı güzellik ve etkileyicilikte getirdiklerini söylemem mümkün değil ama finalde yine ‘İç Savaş’ motifiyle ilgili, en az açılış kadar anlamlı ve çarpıcı bir sahne var… Kaldı ki, bugünlerde ABD’de yaşananlar, ‘Antebellum’daki ‘hiç bitmeyen İç Savaş’ metaforunun çok da abartılı olmadığının bir kanıtı.
‘Geçmiş’ kavramı da filmin öne çıkan metaforlarından biri… Film, ‘geçmiş’te, İç Savaş yıllarındaki bir pamuk çiftliğinde başlıyor… Ama fragmanı seyredenlerin çok iyi bildiği gibi geçmişle şimdiki zaman arasında gidip gelen bir film ‘Antebellum’… Olup bitenleri çözüp anladıkça filmin türü de yerli yerine oturuyor. ‘Antebellum’a, geçmişle gelecek arasındaki bağı gerçekler üzerinden kuran bir ‘sosyal gerilim’ filmi denebilir…
Filmde epilog olarak yer alan ve karakterler arasında geçen diyaloglarda birkaç kez altı çizilen, William Faulkner’dan yapılan ‘Geçmiş hiçbir zaman ölmez. Hatta geçmiş bile değildir’ alıntısı, hem öyküyü hem de filmin politik çerçevesini belirliyor…
‘Antebellum’ politik alt metinlere sahip bir film olarak ‘Get Out’ ile akrabalık taşıyor. Her iki film de bizi pamuk tarlalarındaki emek sömürüsüne kadar götürüyor. Her iki filmde de beyaz üstünlükçüler, Afrika kökenli Amerikalıları pamuk tarlasındaki köleler olarak görmek ve onların bedenlerine sahip olmak istiyor. Bu açılardan baktığınızda ‘Antebellum’, ‘Get Out’un açtığı kulvarda ilerleyen bir film… ‘Bitmeyen savaş’ metaforu nedeniyle ‘Da 5 Bloods’ ile ortak noktası olduğunu söylemek de mümkün. Öte yandan, özgürlükten köleliğe uzanan bir öykü anlatması ve beyazların ırkçı zulmünü konu alması, ’12 Yıllık Esaret’i akla getiriyor. ABD’nin Güney eyaletleri, her iki filmde de bir tür cehennem olarak kodlanıyor.
Filmin ana karakteri sosyolog Veronica’nın (Janelle Monáe) da bir cehenneme düştüğü söylenebilir. Veronica, ırk ayrımcılığına karşı günümüzde ve geçmişte farklı savaşlara giriyor. Özgür olduğu dünyada beyaz üstünlükçülere meydan okuduğu için hedef haline geliyor. Köle olduğu dünyada ise özgürlüğü için mücadele ediyor.
‘Antebellum’, iki farklı dünyada geçen bir film… Güney’deki pamuk çiftliğinde geçen sahneler, dönem filmi atmosferinde geçen asap bozucu bir gerilim... Günümüzde geçen bölümler ise komedi ile gerilim arasında gidip geliyor. Yeri gelmişken, Gabourey Sidibe’nin olduğu sahnelerde dozu yükselen komedinin açıkçası filme pek bir katkısı olmadığını, hatta filmin tonuna zarar verdiğini düşünüyorum. Aslına bakarsanız, ‘Antebellum’, günümüzde geçen sahnelerde gerilim dozu arttıkça daha iyi bir filme dönüşüyor. Veronica’nın Jena Malone’nin oynadığı Elizabeth karakteriyle yaptığı görüntülü görüşme mesela… Ürperticilik konusunda Japon filmlerindeki uzun siyah saçlı kızları aratmayan küçük beyaz kızın olduğu sahneler de gayet iyi… ‘Antebellum’ özellikle otel sahnelerinde Stanley Kubrick’in ‘Shining’iyle de paslaşıyor ve tekinsiz bir atmosfer kurmayı başarıyor.
‘Geçmiş’te geçen bölümlerin bir yerden sonra ‘vigilante’ filmi tarzında, şiddet dolu bir intikam öyküsüne dönmesi, belki seyirciyi duygusal anlamda rahatlatıyor ama filmin politik alt metnine zarar veriyor. Tam da burada, örneğin Spike Lee’nin ‘Da 5 Bloods’ filminde şiddetin nerden gelirse gelsin pek bir işe yaramadığını hatırlatmak isterim.
‘Antebellum’un sinemasal anlamda parlak fikirler ve sağlam bir alt metinle yola çıktığını ama bunları iyi geliştiremediğini düşünüyorum… Aynı kulvarı paylaştığı, ‘Get Out’ beyaz üstünlükçülerin bilinçdışını çok iyi analiz eden bir filmdi ve beyaz karakterlerin tümü çok iyi yazılmıştı. Burada ise sadece şiddet uygulayan son derece düz kötü karakterler olarak çiziliyorlar. Açıkçası Veronica dışında ilgiye değer, derinlikli ve iyi yazılmış bir ikinci karakter daha yok filmde.
Özetle, beyaz üstünlükçülerin geçmişe dönüş özlemlerinin hiç bitmemesi üzerinden şekillenen hikâye pek iyi geliştirilemiyor. Öte yandan, içerdiği bazı parlak fikirler ve özellikle finale doğru seyrettiğimiz ‘İç Savaş’ sahnesiyle hafızalarda iyi kötü yer edecek bir film olduğunu düşünüyorum.
Yukarda sözünü ettiğim tüm sorunlarına karşın Janelle Monáe, Jack Huston, Jena Malone’nin oyunculukları, Roman GianArthur-Nate 'Rocket' Wonder imzalı müzikleri, Pedro Luque’un görüntü yönetimi ve yönetmenlerinin anlatım becerisiyle seyre değer bir film bekliyor sizi... ‘Antebellum’u Trump’ın Başkan seçilmesiyle ABD’de giderek artan ırksal gerilimin sinema sanatına olan yansımalarından biri olarak değerlendirmek gerek.
Son olarak, filmin adını ‘Amerikan İç Savaşı’ndan önceki durumu tanımlayan ‘antebellum’ sıfatından aldığını ve bir sürpriz içerdiğini belirtelim.
6/10