Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Lily Brooks-Dalton’un 2016’da yayımlanan ‘Good Morning, Midnight’ adlı ilk romanından sinemaya uyarlanan ‘The Midnight Sky’, son dönemin bilimkurgu sinemasında örneklerini gördüğümüz bir alt türün yansıması… Güneş sistemi içindeki yeni arayışları, keşifleri konu edinen bir alt tür bu… Birkaç saniye içinde ışık hızıyla galaksiler arasında gidip gelen uzay gemileri yok bu filmlerde… Güneş sistemi içinde gerçekleşmesi beklenen insanlı uzay yolculukları gibi daha somut, ayakları yere basan hedefler ve bildiğimiz astronotlar var. Ay yolculuklarını konu alan filmlerle başlayan bu alt türün çağdaş örnekleri arasında ‘The Martian’ (2015), ‘Ad Astra’ (2019), ‘Proxima’ (2019) gibi filmleri; ‘Away’ (2020) ve ‘Space Force’ (2020) gibi dizileri sayabiliriz. Başta NASA olmak üzere uzay çalışmalarına bütçe ayıran devletlerin ve özel kurumların önlerine koydukları bilimsel hedeflerle üç aşağı beş yukarı uyumlu filmler bunlar…

        Jüpiter’in uydularından birinin keşfiyle Yeryüzü’nde hayatın yok oluş sürecini konu edinen ‘The Midnight Sky’ da keşfetme ruhunu öne çıkaran; Güneş sisteminin kolonizasyon sürecine başlanması gerektiğinin altını çizen bir film... Ama film sadece bu düşünce etrafında örülmüyor.

        REKLAM

        Yalnızlık ve izolasyon üzerine bir film gibi başlıyor ‘The Midnight Sky’… 2049 yılında yaşanan radyoaktif felaket öncesinde Kuzey Kutbu’ndaki araştırma istasyonunda tek başına kalmayı tercih eden Augustine’in (George Clooney) hikâyesini geçmişe dönüşler eşliğinde seyrediyoruz. Augustine bütün kariyerini insan yaşamına uygun gezegenler bulmaya adamış bir bilim insanı… Hayatını kaybetmeden önceki yegâne hedefi, uzaydaki keşif görevinden dönen ve Yeryüzü’nde olup biten her şeyden habersiz Aether adlı uzay gemisiyle iletişime geçip onları uyarmak… İşte tam da bu sırada, istasyondaki kaçak ve küçük misafir Iris’le (Caoilinn Springall) karşılaşıyor.

        Aether’in mürettebatı ile Kuzey Kutbu’ndan onlara ulaşmaya çalışan Augustine’in hikâyesini paralel olarak anlatan ‘The Midnight Sky’, aile bağlarını uzayın keşfiyle birlikte ele alan birçok Amerikan bilimkurgu filminden biri… Yıllar önce çocuk sahibi olmak istemeyen Augustine’in Iris’e babalık yapmak zorunda kalması bir yana, uzay gemisindeki karakterleri de aileleri ve sevdikleriyle kurdukları ilişkiler üzerinden tanıyoruz. Kaptan Adewole (David Oyelowo) ve Sully (Felicity Jones) bebek bekleyen ve aile olmaya hazırlanan bir çift… Mitchell (Kyle Chandler), özel bir uygulama sayesinde dünyadaki ailesinin daha önceden kaydedilmiş sanal görüntüleriyle sanki onlarla yan yanaymış gibi kahvaltı ediyor. Ailesi onun için her şeyden önce geliyor. Genç Maya (Tiffany Boone) aynı uygulamada sevdiği insanlarla birlikte oluyor. Sanchez’in (Demián Bichir) aile hikâyesini ise finale doğru öğreniyoruz… Filmi Augustine üzerinden okuduğumuzda pişmanlık ve iletişim kurma arzusu gibi yan temalar öne çıkıyor. Açıkçası Augustine filmin en derinlikli ve ilgiye değer karakteri. Diğerleri onun yanında tek boyutlu kalıyorlar.

        Film için kilo veren, beyaz saçları ve sakallarıyla bildik imajının hayli dışına çıkan Clooney başta olmak üzere oyuncuların hiçbiri kötü oynamıyor. Felicity Jones’un çekimler sırasında gerçekten hamile olması, performansını daha gerçekçi kılıyor ama ‘The Midnight Sky’, oyuncuların kendilerini göstermeleri açısından sınırlayıcı bir film…

        Film, Augustine’in iç hesaplaşmalarını daha kapsamlı işlese; ömrünün sonunda her şeye farklı gözle bakan bir adamın pişmanlıklarına, çelişkilerine daha çok vakit ayırsa, daha sağlam ve derin bir dram olabilirdi. Hiç beklemediği anda küçük Iris’i koruma göreviyle yüzleşen ama bir türlü onunla iletişime geçemeyen münzevi Augustine’in dünyaya yaklaşan Aether’le bağ kurmak için gösterdiği çaba, filmin bence en ilgiye değer ‘dramatik damarı’… Çünkü Augustine’in hayatı boyunca temel sorunu olan iletişim, filmin en güçlü yan temalarından biri…

        REKLAM

        Ne var ki, ‘The Midnight Sky’ bu damardan gelişip derinleşemiyor. Mark L. Smith imzalı senaryo, ortaya çıkan yaşamsal krizlerle gerilimi sürekli tırmandırmayı hedefliyor. Hatta bir noktadan sonra ‘The Midnight Sky’, Kuzey Kutbu ve uzayda geçen, karakterlerin peş peşe gelen krizlerle mücadele ettiği bir filme dönüşüyor. Krizler öyküye heyecan ve tempo getiriyor ama filmin temalarına hiçbir katkı sağlamıyor.

        Augustine’in gençlik yıllarında sevgilisiyle olan birkaç sahnesini bir yana bırakırsak, ‘The Midnight Sky’, zengin ve ilgi çekici karakter çatışmalarına sahip bir film değil… Sonuçta, krizler bizi sadece oyalıyor, karakterler üzerine yeni şeyler söylemiyor. Oysa iyi bir senaryoda bunun tersinin olması beklenir.

        Finale doğru ortaya çıkan ‘sürpriz gelişme’, Sully’nin açılıştaki K-23’te unutulma kâbusu ve karakter motivasyonları dahil, tüm öyküyü her açıdan anlamlı bir çerçevenin içine oturtuyor. Duygusal ve etkili bir final olduğunu inkâr edemem ama daha sonra üzerine düşündüğümde, seyirciden saklanan gerçeklerin filme çok şey kattığını söyleyemem.

        Özellikle film orta bölümlerinde ilgimizi ayakta tutmakta zorlanıyor. Karşılaştıkları terslikleri, sorunları bir yana bırakırsak hikâye akışında seyirciyi yakalayan çok şey yok. Karakterlerin o ana kadar ortaya konan hedefleri, arzuları seyirciyi alıp götürecek cinsten değil. Yeryüzü’nün başına gelen felaketi, uzay gemisindekileri bekleyen şoku biliyoruz. Augustine ve Iris’in hayatta kalma şansının çok düşük olduğunun da farkındayız. O noktada, orta bölümlerinde filmin karakterlere acımaktan ve mucize beklentisinden başka, biz seyircilere hiçbir vaadi kalmıyor. Özetle, sürpriz sonun filmi etkili ve duygusal bir şekilde bitirmekten başka hiçbir yararı olmadığını düşünüyorum.

        Filmin en parlak yanı, George Clooney’nin yönetmenliği… Hem Kuzey Kutbu hem de uzayda geçen sahneleri görsel atmosfer olarak başarıyla kuruyor. Açılıştaki boş istasyon görüntüleri, münzevi Augustine’in hüznü ve o izolasyon hissi çok iyi veriliyor. Augustine ile Iris’in diğer istasyona yaptığı yolculuk ve kar fırtınası sahnelerinin tümünün güzel ve etkili kadrajlarla çekildiğini teslim etmek gerek. İzlanda’da çekilen bu sahnelerin gerçek kar fırtınasında ve çok soğuk hava koşullarında gerçekleştirildiğini belirtelim. Öte yandan, Clooney uzayda geçen sahnelerde de akılda kalıcı çekimlere ve anlara imza atıyor. Sözgelimi, yerçekimsiz ortamdaki kanama sahnesi çok etkili. İkinci olarak da meteor yağmuru sahnesi geliyor aklıma.

        REKLAM

        Uzay gemisinin iç ve dış tasarımının özenli ve filmin bütünü içinde önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Aether, filmin en umutlu ve güven verici imgesi olmak zorunda. Sözgelimi, agresif ve militer bir imajı yok. Geminin her yerinde ileri teknolojinin verdiği ferahlık ve huzuru hissediyoruz. Dıştan gelen saldırılar karşısında kırılgan ve zayıf gibi dursa da içten içe sağlam olduğunu anlıyoruz.

        Gregory Peck ile Ava Gardner’in bir sahnesi üzerinden 1959 yapımı ‘Kumsalda’ (On the Beach) adlı klasik filme yapılan gönderme çok hoş. Çünkü iki film arasındaki bariz bir ‘akrabalık’ var… ‘Kumsalda’, Hollywood’un kıyamet sonrasının hüznünü anlatan öncü filmlerindendir. ‘The Midnight Sky’ da aynı duygu üzerinden şekilleniyor. Hem de baştan sona çok koyu bir hüzünle…

        Yönetmen Clooney, önceki filmlerinde olduğu gibi hikâye anlatıcısı olarak, görsel anlamda her sahnede seyri keyifli bir iş koyuyor ortaya… Ama ‘The Midnight Sky’ senaryodaki çıkış noktaları nedeniyle ne yazık ki çok ileri gidemeyen, hafızalarda derin izler bırakamayan bir film. Yine de güçlü sinema duygusuyla sonuna kadar kendini seyrettirmesini biliyor. Sadece bilimkurgu sevenlere değil, duygusal dram sevenlere de hitap ediyor.

        11 Aralık’ta kısıtlı sayıda sinema salonunda gösterime giren ‘The Midnight Sky’ı Netflix’te seyredebilirsiniz.

        6/10

        Diğer Yazılar