Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Çoğunlukla tek mekânda geçen ve hikâyesi tek oyuncu üzerinden gelişen filmlere seyirci bulmak kolay değildir. Her şeyden önce, baştan çıkarıcı bir fikre ve şahane bir fragmana ihtiyacınız vardır. Fransız aktris Mélanie Laurent’i gizemli kapsülün içinde bilgisayarla konuşarak yaşam mücadelesi verirken gördüğümüz ‘Oxygène’in fragmanı, seyirciyi cezbetme konusunda üstüne düşeni yapıyor. Fragmanda filmin baştan sona tek mekânda geçmediğini, Elizabeth Hansen adlı karakterin dış dünyayla bağlantı halinde olduğunu ve zamana karşı yarıştığını öğreniyoruz. Seyirci için önemli veriler bunlar… Çünkü merak ve gerilim duygusunun klostrofobiyi tümden yok edeceği vaadini fragmandan oluşturamazsanız, tek karakterin tek mekâna mahkûm olduğu bir filmi seyrettirmeniz zor olur.

        Bu tür filmlerde fragman için söylediğimiz her şey filmin kendisi için de geçerli. Tek mekân öykülerinde sadece iyi yönetmenlik yetmez. Özenle geliştirilmiş, hikâye örgüsü çok sağlam bir senaryoyla yola çıkmanız gerekir.

        Hikâyelerin birbirleriyle ilgisiz görünmesine ve türlerinin çok farklı olmasına karşın senaryo yazarı Christie LeBlanc’ın 2010 yapımı ‘Toprak Altında’ (Buried) filminden esinlendiğini tahmin etmek mümkün. Meksikalı yönetmen Rodrigo Cortés’in, Chris Sparling imzalı senaryodan çektiği ‘Toprak Altında’, uyandığında kendini tabutun içinde gömülü bulan bir adamın öyküsünü anlatır. Yanında sadece çakmağı ve cep telefonu vardır.

        ‘Oxygène’deki ana karakterimiz ise ileri teknoloji ürünü bir kapsülde uyanıyor. Klostrofobinin had safhada olduğu ilk sahnelerde kapsülle tabut arasında açıkçası çok fark yok. Üstelik karakterin tek sorunu kurtulmak değil. Öncelikle orada ne aradığını bulmak istiyor. Daha kötüsü adını dahi hatırlayamıyor. Hayal meyal bir hastane koridoru ve sedye görüntüsü dışında hafızası bomboş.

        ‘Oxygène’ nerdeyse üç koldan birden ilerliyor. Karakter kim olduğunu, orada ne aradığını bulmaya çalışırken aynı zamanda kapsül içinde azalan oksijen nedeniyle yaşam savaşı veriyor. Adının Elizabeth Hansen olduğunu öğrenmesi, Leo Ferguson (Malik Zidi) ile arasındaki bağı keşfetmesi ve telefon üzerinden dış dünyaya ulaşması da ilk başta ona büyük faydalar sağlamıyor. Aksine kafası daha çok karışıyor.

        REKLAM

        Senaryo, seyircinin karakterle tümüyle özdeşleşmesi fikri üzerinden şekilleniyor. Her gelişmeyi onunla birebir yaşıyor, her şeyi onunla birlikte keşfediyoruz. Daha önemlisi, zihnine üşüşen hatıraları da birlikte görüyoruz. Biz de ister istemez çözüm yolları arıyor, ne yapabileceğini düşünüyoruz. Onun kafasından geçen düşünceleri ve aradığı çözüm yollarını gecikmeden öğreniyoruz. Çünkü ya kapsül içinde harekete geçiyor ya da MILO adlı yapay zekâyla konuşuyor.

        Hikâyeye sınıf atlatan ve onu benzerlerinden ayıran en önemli özelliği hiç kuşkusuz usta oyuncu Mathieu Amalric’in seslendirdiği MILO…

        Stanley Kubrick’in ‘2001: A Space Odyssey’ filminden bu yana yapay zekâlar, bilimkurgu filmlerinde birçok kez gizli ya da açık hedefleri olan yan ‘karakter’ler olarak çıktılar karşımıza. Bazen düşman bazen dosttular. MILO ise sadece bir bilgisayar. Yazılımının dışına çıkması ve Liz’e düşman ya da dost olarak davranması mümkün değil. Ama her koşulda ikili bir işlevi var: Yazılımı gereği Liz’i orada tutması gerekiyor. Bazen Liz’in isteği ve iradesi dışında hareket etmek zorunda. Dolayısıyla, bir tür gardiyandan farksız ve yer yer Liz’in üstündeki otoriteyi temsil ediyor. Buna karşılık, kapsüldeki kişi olarak Liz’e hizmet etmek ve onun isteklerini yerine getirmek için programlandığı belli. ‘Protokolü’ne aykırı olmadığı sürece Liz ne derse harfiyen yerine getiriyor. Dolayısıyla, o kapsülün içinde Liz’in en büyük destekçisi, yardımcısı ve hatta arkadaşı…

        Filmin büyük bölümünde Liz’in derdi, MILO’dan en doğru ve en etkin hizmeti alabilmek. Bütün süreç biraz zekâ oyunu gibi gelişiyor. Hatta biz de bazen MILO’yu nasıl kullanması gerektiğini düşünürken buluyoruz kendimizi.

        ‘Oxygène’ yapay zekâ – insan ilişkisi konusunda uçmayan, ayakları yere basan bilimkurgu filmlerinden. MILO, hesap yapıyor, olasılıkları araştırıyor, bilgi veriyor ama asla ‘düşünmüyor’. Elindeki verileri değerlendirerek karşı tarafın asıl amacını anlayıp çözüm üretmek gibi bir işlevi yok. Ne istediğini bilen kişiye hizmet vermek üzere programlanmış. İşte bu yüzden, Liz, MILO’yu en iyi şekilde kullanarak çözüm bulmak zorunda. Liz (insan) - MILO (yapay zekâ) ilişkisinde iletişim ve dil belirli bir noktadan sonra hayati önem taşımaya başlıyor. Aslına bakarsanız, bütün hikâye örgüsü Liz’in MILO’dan bilgi alıp, bu bilgileri kullanması üzerinden gelişiyor.

        REKLAM

        Filmdeki gelişmeleri ele vermemek için ayrıntı vermek istemiyorum ama sürprizler peş peşe geliyor. Önce bir hastanede olduğunu düşünüyoruz. Sonra Liz’in ve bizim aklımıza başka olasılıklar geliyor ama film tahmin etmekte belki zorlanacağımız ama öğrenince çok şaşırmadığımız yerlere doğru gidiyor. Asıl önemlisi, Liz’in hayatta kalma gerilimi hiç bitmiyor ve bilimkurgu giderek ağır basıyor, bilimsel etik ve varoluş sorunları öne çıkıyor.

        Öte yandan, hafıza çok belirleyici bir tema filmde. Sözü sürprizlere getirmemek için bu temayı nasıl işlediğine girmek istemiyorum ama hafıza ve varoluş arasında güçlü bir bağ kurulduğu kesin. Filmin açılış jeneriğinde karşımıza çıkan ‘labirentteki fare’ metaforu da önemli. Fareyle Liz arasında kurulan çok yönlü bağ, filmin ‘gizli merkezi’ne götürüyor bizi. Liz’in fare korkusunun ardında yatan suçluluk duygusunu da ihmal etmemek gerekiyor.

        Özellikle son yıllarda, şaşırtmacalar ve sürprizler üzerine kurulu filmlerle aram çok iyi değil ama ‘Oxygène’in inatçı bir yaşama arzusu üzerine kurulu olan hikâyesini sevdim. Sürprizleri zorlama ve gereksiz bulmadım. Her şey bittiğinde rahatsız edici noktalar takılmadı aklıma.

        ‘Piranha 3D’ ve ‘Crawl’ gibi iki su canavarı öyküsünde ‘B filmi duygusu’nu özel efekt destekli bir Hollywood gişe sineması estetiğiyle birleştiren Fransız yönetmen Alexandre Aja, Fransızca olarak çektiği ‘Oxygène’de baştan sona sağlam bir yönetmenlik koyuyor ortaya. Görüntü yönetmeni Maxime Alexandre ile birlikte kapsül içindeki sahneleri çok iyi tasarlayıp çektiklerini düşünüyorum. Karakterin sıkışıp kalmışlığını hissettiren ama klostrofobi duygusunu seyirciye yaşatmayan bir anlatım tutturuyorlar. İsteseler çok daha boğucu bir atmosfer oluşturabilirlerdi ama o zaman da seyirciyi ellerinden kaçırırlardı. Geniş ekran formatı 2.39:1 de filmi ferahlatan bir görsel tercih. Aja, önceki filmlerinde olduğu gibi belki düşünsel derinlik konusunda çok iddialı değil. Özellikle tematik anlamda çok yeni bir şey getirmediği kesin ama hikâye öyle bir gelişiyor ki açıkçası hiçbir şeye çok takılmıyorsunuz.

        Filmde Elizabeth Hansen’in hafızasından geçenler üzerinden sık sık kapsülün dışına çıkıyoruz ama bunlar karakterin zihninden geçenleri yansıtan kısa süreli ‘ara plan’lar olmanın ötesine pek geçmiyor. Özü itibarıyla tipik bir tek mekân filmi seyrediyoruz. İşte bu yüzden, Mélanie Laurent’in performansı filmin en önemli öğelerinden biri. Laurent, film boyunca ‘yattığı yer’den çok şey katıyor filme. MILO’nun sesi olarak dinlediğimiz Mathieu Amalric ise Fransızca dersi kıvamındaki tertemiz aksanı ve diksiyonuyla filme ayrı bir kalite getiriyor.

        Olayların çoğunun bir kapsül içinde geçtiği düşünüldüğünde, ‘Oxygène’, anlatım tekniği açısından heyecan verici bir tek mekân filmi. Gerilim, bilimkurgu ve sürprizli öyküleri sevenlere gönül rahatlığıyla öneririm. Netflix’te seyredebilirsiniz.

        7/10

        Diğer Yazılar