Bir 'lokma' uygarlık
ABD’de 2020’nin en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen ‘İlk İnek’ (First Cow), Romantik dönem İngiliz şairi William Blake’den bir alıntıyla açılıyor. Blake’in ‘Proverbs of Hell’ (Cehennem Meselleri) şiirindeki ‘Kuşun evi yuvadır, örümceğinki ağ, insanınki arkadaşlık’ anlamına gelen dizesi, bizi en kestirme yoldan ‘İlk İnek’in kalbindeki meseleye götürüyor.
Köklerinizden ve aile bağlarınızdan tümüyle koptuğunuz dönemler vardır. Yabancı diyarlarda tek başınıza kaldığınız zor zamanlarda, arkadaşlık yaşamsal önem taşır. Tıpkı Blake’in şiirindeki gibi arkadaşlık, manevi anlamda ‘yuva’ gibidir. Sizi hayata bağlar, ayakta tutar.
1820’de Oregon’da, nehir kıyısındaki ormanlık bölgede geçen ‘İlk İnek’, işte böylesi bir arkadaşlığın öyküsünü anlatıyor. Herkesin Cookie diye hitap ettiği Otis Figowitz (John Magaro), kürk avcılarıyla yollara düşmüş bir aşçı olarak çıkıyor karşımıza. Aslında aşçılık kadar avcılık ve toplayıcılık da yapıyor. Çünkü erzakları bitmiş dahi olsa ondan her koşulda yemek çıkarmasını bekleyen bir grup öfkeli erkekle birlikte yolculuk ediyor. Kavga etmeye bahane arayan, buldukları her fırsatta kendi egolarını tatmin etmek için Otis’i tehdit eden, sadece şiddet dilini konuşan Avrupa kökenli bu agresif beyaz erkekler, bire bir olarak dönem ABD’sinin vahşi ve sert ruhunu yansıtıyorlar. Çinli göçmen King–Lu (Orion Lee) da Avrupalı beyaz adamın, yani bir grup Rus’un şiddetinden kaçarken tanışıyor Otis’le.
Yeri gelmişken, bu ‘beyaz Amerikan şiddeti’nin, ‘İlk İnek’in hikâyesini şekillendiren en önemli unsurlardan biri olduğunu söylemem gerek.
1960’ların sonu ve 1970’lerde, Arthur Penn, Robert Altman gibi bazı öncü yönetmenleri saymazsak Hollywood, ABD’nin son 200 yıllık tarihindeki Avrupalı beyaz göçmenlere, genelde hep aynı iyi niyetli perspektiften yaklaştı. Onları Yeni Dünya’da kök salmaya, aile kurmaya çalışan, Amerikan yerlilerinin vahşetine karşı mücadele eden ‘uygar beyaz adamlar’ olarak gördü. Amerika kıtasına sadece Avrupa uygarlığı ve bürokrasisini değil; ateşli silahlarla birlikte kaba kuvveti, şiddeti, istilacı ruhu, ırkçılığı, ayrımcılığı ve zorbalığı getirdiklerini yıllar boyunca nedense görmezlikten geldi. Son 20 yılda ise manzara değişti. ABD hâlâ bitmeyen ırk ayrımcılığıyla yüzleşirken birçok sinemacı, meselenin köküne inmeyi tercih etti ve ülkenin DNA’sına işlenmiş ‘beyaz Amerikan şiddeti’nin doğasını keşfetmeye çalıştı. Sözgelimi, Martin Scorsese’in ‘Gangs of New York’, Paul Thomas Anderson’un ‘There Will Be Blood’, Scott Cooper’ın ‘The Hostiles’ ve Alejandro G. Inarritu’nun ‘The Revenant’ı tam da böyle filmlerdi.
‘İlk İnek’in onlardan farkı, daha küçük ölçekte, mütevazı bir arkadaşlık ve dayanışma öyküsü üzerinden ‘Amerikan vahşeti’ni mercek altına alması... Kürk avcılarının sadece kendilerine benzemeyen biri olduğu için dışladıkları Otis’in, önce Amerikan yerlisi sandığı Çinli göçmen King-Lu’nun hayatını kurtarmasıyla ‘beyaz şiddet zincirinde’ bir gedik açılıyor. King-Lu’yu kovalayan Ruslar ile Otis’in içinde bulunduğu avcılar grubunun dayanışması, kuşkusuz hiç şaşırtıcı değil.
Avcıların Ruslardan duyduklarına hemen inanıp linç kültürüyle ‘Ormanda bir katil var’ demeleri hayli ironik. Gerçekte kimin katil olduğu aslında o kadar açık ki… Otis ve King-Lu’yu, işte bu şiddet ve vahşet iklimi bir araya getiriyor. İkinci karşılaşmalarını da unutmamak gerek. Erkeklerin kavga seyretmek için dışarı çıktığı barda sadece onlar ve bir bebek kalıyor.
Otis ve King-Lu büyük hızla birbirlerine uyum sağlıyorlar. Derme çatma kulübede iki kadeh içki aldıktan sonra, King-Lu dışarda odun keserken, Otis’in ortalığı süpürmesi, adı henüz konulmamış bir kader arkadaşlığının sessiz sedasız başladığını gösteriyor. Ama bir elmanın iki yarısı olduklarını söylemek zor. İlk sohbetlerinde King-Lu, ‘proje’lerinden söz ediyor; çiftçi olmak istediğini söylüyor. Daha az konuşmasına ve kendini çok iyi ifade edememesine rağmen Otis’in daha gerçekçi, pragmatik biri olduğunu hissediyoruz. Otis kendileri için en doğru yerin kırsaldan ziyade büyük şehir, en iyi geçim kaynağının ise esnaflık olduğunu bir şekilde çözmüş durumda. San Francisco’da otel işletme ya da fırın kurma hayali, kısa sürede King-Lu’yu da cezbediyor. Gelecek hayalleri üzerine konuşurken King-Lu, bize ‘sermaye ya da bir suç’ gerek derken Otis, ‘itici güç’ten söz ediyor.
Otis, çayırda otlayan yalnız ineği gördüğünde King-Lu’nun söz ettiği ‘sermaye ve suçu’ aynı anda bulmuş oluyor. Filme adını veren, bölgedeki bu ‘ilk inek’ kuşkusuz bir metafor. Yörenin varlıklı İngiliz Tahsildar’ının (Toby Jones) Oregon’a biraz memleket havası katmak, sütünün kremasıyla konuklarına hava atmak istediği bu inek, King-Lu ve Otis gibi evinden uzaklara gelmiş bir göçmen aslında. Üstelik yolda buzağısını ve eşini kaybetmiş yalnız bir göçmen.
Otis ve King-Lu’nun arkadaşlığına ineği de eklemek gerekiyor. Otis’in geceleri gizlice sağdığı ve konuştuğu ineğin sütüyle unu karıştırıp kızgın yağda yaptığı lokma, King-Lu’nun ‘pazara çıkma’ fikriyle beklenmedik bir geçim kapısı haline geliyor. Otis’in Boston’da çalıştığı fırında yapmasını öğrendiği lokma, Oregon’daki yalnız ve kadınsız erkeklerin sert dünyasında çocukluğu, anne sevgisini ve memleketi hatırlatan bir tat olup çıkıyor. Lokma yaşadıkları bölgeye bir parça uygarlık da getiriyor aslında.
Lokmanın hakkını en iyi veren müşterinin, ineğin sahibi Tahsildar olması, kuşkusuz filmin en ironik sahnelerinden biri. Ama aynı ironinin ilerleyen bölümlerde ciddi bir gerilime dönüştüğünü belirtelim. Filmin en kültürlü, sofistike karakteri gibi görünen, davranışlarıyla ilk bakışta bize Avrupa kültürü ve medeniyetini hatırlatan Tahsildar’ın suç ve ceza konusundaki katı görüşleri, Avrupa bürokrasisinin acımasızlığının açık bir yansıması.
Bu arada, hikâyenin akışı içinde bir ineğin sütünü sağmanın nereye kadar suç olup olmadığını düşünüyor, hatta mülkiyet fikrini dahi sorguluyoruz. İneğin gerçekte kimi sevdiğini de unutmamak gerek. İnekten sağılan sütle Otis’in bölgenin hayatına getirdiği lezzete karşılık Tahsildar’ın kişiliği ve kararları, aslında filmin derdini yansıtıyor. Bir yanda, son derece acımasız bir dünyada hayatta kalmaya çalışan alt sınıftan iki kişi; diğer yanda ise gücün, otoritenin merhametsiz kibri… Tüm bu süreçte bize anlamlı ve güzel gelen tek şey, iki ezilenin, Otis ile King-Lu’nun dayanışması.
Genelde Oregon’da geçen öyküleriyle tanınan, Amerikan bağımsız sinemasının önde gelen isimlerinden Kelly Reichardt’ın, Jonathan Raymond’un ‘The Half-Life’ romanından, yazarla birlikte sinemaya uyarladığı ‘İlk İnek’, 200 yıl önce Amerikan rüyasına ulaşmaya çalışan iki genç insanın öyküsünü anlatırken, gerçekçi, hüzünlü ve karamsar olmaktan hiç çekinmiyor.
‘İlk İnek’, sakin tempolu, serinkanlı, seyircilerin duygularını yönetmekten kaçınan bir film. Anlatımı ve dramatik yapısı itibarıyla, alıştığımız anaakım Amerikan sinemasıyla hiçbir ilgisi yok. Duygu olarak Amerikan sinemasının öncü bağımsızlarından Robert Altman’ı getiriyor akla. Mesafeli üslubu ise Jim Jarmusch’u…
Buruk bir arkadaşlık öyküsü anlatan ‘İlk İnek’, Kelly Reichardt’ın önceki filmleri gibi minimal bir yaklaşıma sahip. Reichardt, 1950’lere kadar en çok kullanılan formatlardan biri olan 1.37: 1 ölçüsünü kadrajdaki tüm fazlalıklardan kurtulmak ve sadece öyküyle karakterlere odaklanmak için kullanıyor. Belli ki, amacı güzel resimler yakalamaktan ziyade gücünü basitlikten alan işlevsel ve yalın bir dekupaj… Öte yandan, bar sahnesi başta olmak üzere görüntü yönetmeni Christopher Blauvelt ile birlikte gerçekçi ve akılda kalıcı resimler, imgeler yakaladıklarını düşünüyorum. Karanlıkta geçen sahnelerde ise az ışık kullanımıyla hayli cesurlar. Bu arada, karanlığın Otis ve King-Lu’nun arkadaşlıklarının farklı aşamalarında sürekli karşımıza çıktığını belirtelim. Sözgelimi ilk kez karanlıkta tanışıyor, ineği karanlıkta sağıyorlar.
Otis’te John Magaro, King-Lu’da ise Orion Lee, Reichardt’ın sade tarzına uygun oyunculuklarıyla filmin başarısında önemli pay sahibiler. Sadece iki yoksul girişimci olmanın ötesinde, beyaz erkek şiddetinin dışında kalan iki karakter olarak akılda kalıcı bir ikili olduklarını düşünüyorum. Vahşi Batı’da ayakta kalmaya çalışan kanun dışı karakterlerin arkadaşlığını anlatan ‘Butch Cassidy and the Sundance Kid’ (1969) gibi filmlerin arasında ‘İlk İnek’in daha şimdiden ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Filmin kilit karakterinde Toby Jones da bence harika bir seçim.
Dünya prömiyerini 2019’daki Telluride Film Festivali’nde yapan ve Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan ‘İlk İnek’, ABD’de 2020 yılının mart ayında gösterimdeyken pandemi nedeniyle vizyondan kaldırılmıştı. New York’lu eleştirmenlerin 2020’nin en iyi filmi olarak belirlediği ‘İlk İnek’, National Board of Review tarafından yılın en iyi 10’una girmiş; Oscar adayları arasında yer almaması tepkilere neden olmuştu. ‘İlk İnek’i MUBI’de seyredebilirsiniz. Bu gece, İstanbul’da Maximum Uniq Açıkhava’da gösterileceğini de belirtelim.
7/10