Bir 20. Yüzyıl trajedisi
Yılın merakla beklenen filmlerinden biriydi ‘Gucci Ailesi’ (House of Gucci). Hiçbir yerde seyirci karşısına çıkmadığı günlerde Oscar adayları arasında yer alabileceği konuşuluyordu. Hatta tahmincilerin çoğunun listesinde yer alıyordu; ama eleştirmenlerle buluştuktan sonra özellikle ‘en iyi film’ kategorisinde adını anan pek kimse kalmadı.
Bana sorarsanız, kötü film değil. ‘Beklenenin altında’ demek belki en doğrusu. Öte yandan, kendi adıma beklentilerimin yüksek olduğunu da söyleyemem. Tür sineması konusunda büyük usta olduğu kuşku götürmez ama ‘Ridley Scott’ deyince, ‘yaşanmış aile dramı’na kişisel damgasını vuracak bir yönetmen gelmiyor aklıma. Üstelik daha ilk sahnelerden, ‘sağlam ve gerçekçi dram’ hissi benim için biraz kayboldu. Amerikalı oyuncuların aksanlı İngilizce konuşarak İtalyanları canlandırmasını geçiyorum. İtalya’ya dışardan, biraz turist gözüyle bakan bir film ‘Gucci Ailesi’. Ama yine de kendimi filme kaptırdığımı ve iki buçuk saat boyunca sıkılmadan seyrettiğimi söyleyebilirim. Bu yüzden, önce en sevdiğim yanından başlamak istiyorum.
Filmin ele aldığı kesit itibarıyla, Gucci ailesinin gerçekten çarpıcı, ilgiye değer bir hikâyesi var. Öyle ki, film bittiğinde ‘Bu işin hakkını ancak bir mini dizi verebilir’ diye düşünmek mümkün. İki buçuk saat biraz da bu yüzden kolay geçiyor. Sözgelimi, olayların geçtiği dönemde ailenin ‘New York kanadı’nı temsil eden Aldo Gucci (Al Pacino) ve onun, kendini moda dehası olarak kabul eden oğlu Paolo Gucci (Jared Leto), filmde daha çok süre almasını istediğiniz karakterler. Öte yandan, filmin odaklandığı Maurizio Gucci (Adam Driver) ve Patrizia Reggiani’nin (Lady Gaga) yaşadıklarını ilgiyle izliyorsunuz. Dahası, filmde anlatılmayanları da merak ediyorsunuz. Sonuçta, filmi beğenin veya beğenmeyin, Shakespeare oyunlarını hatırlatan, bir çeşit ‘20. Yüzyıl tragedyası’ bekliyor sizi…
En kestirme yoldan gidersek, öykünün özünde hırs ve iktidar tutkusu var. Patrizia Reggiani’de Lady Macbeth’i, Salma Hayek’in canlandırdığı falcıda ise Macbeth’in cadılarını akla getiren yanlar var. Hikâye çok farklı bir güzergahta gelişse de Patrizia ile evlendikten sonra Maurizio’nun yaşadığı değişim, Macbeth’in yoldan çıkması ile bazı paralel özellikler taşıyor. Patrizia’ya âşık olan genç hukuk öğrencisi Maurizio’da bırakın hırsı, Gucci markasını yönetmek gibi bir arzu dahi göremiyoruz. Tam aksine, baba evinden kaçıp gittiği kamyoncu kayınpederinin yanında çocuklar gibi şen görünüyor. Kibirli babası Rodolfo (Jeremy Irons) ve amcası Aldo’nun Gucci markasına verdiği değerin onun için çok şey ifade etmemesi bir yana, ailesi bile çok umurunda değil. Patrizia onu zorlamasa, amcası ile yakınlaşmak dahi istemiyor. Mecbur kalmadıkça otomobil kullanmayan, motosiklet ve bisiklet tercih eden birinden söz ediyoruz. Böyle kendi halinde, ihtirassız, maddi değerlerden uzak görünen birinin yaşadığı değişim ve geldiği nokta çarpıcı… Gerçi senaryonun bu karakter değişimini hakkıyla yansıttığını söylemek çok zor. Film bittiğinde Maurizio’nun film boyunca yaşadığı duygu durumları arasında anlamlı bağlar kuramıyoruz. Aradaki boşluğu bizim doldurmamız gerekiyor. Belli ki karakter en baştan itibaren yeterince iyi anlatılamıyor ve belirli bir yerden sonra pek beklemediğimiz işler yapmaya başlıyor. Aksini iddia eden çıkar mı bilmiyorum ama filmi Sara Gay Forden’ın kitabından uyarlanan senaryo yazarları Becky Johnston ve Roberto Bentivegna, Ridley Scott ve Adam Driver dahil kamera arkasındaki hiç kimsenin Maurizio Gucci’nin yaşadığı şaşırtıcı değişim sürecine tümüyle hâkim olduğunu pek sanmıyorum. Onlar da en az bizim kadar Maurizio’nun zihninde olup bitenlere uzaklar. Olaylar gerçek olmasa, kötü yazılmış bir karakter deyip geçebilirdik. Şu durumda ise davranışlarının ardındaki nedenleri anladığımız ama ruhuna sızamadığımız bir karakter diyoruz. Oysa roman okurken ve film seyrederken davranışların nedenlerini anlamak kadar karakterin ruhuna sızmak da önemlidir.
Patrizia da ilk başta duygularını anladığımız ama bir noktadan sonra bağımızı kaybettiğimiz biri. Sizi bilmem ama kendi adıma Patrizia’nın nasıl olup da o kadar uç noktaya savrulduğunu anladığımı söyleyemem. Kuşkusuz motivasyonları çok açık: Öfke, cezalandırma ve intikam… Ne var ki, yıllar önce gazete manşetlerini okurken düşünüp aramızda konuştuklarımıza filmin ne kattığı sorusu açıkçası çok belirsiz. Ayrıca Patrizia’nın aldığı o kritik karar, bir çamur banyosu sırasındaki gevşeme, ferahlama ortamında alınacak bir karar gibi gelmiyor bana ya da şöyle diyelim: Filmin bize tanıttığı Patrizia’nın gelebileceği bir nokta değil orası.
Özetle ‘Gucci Ailesi’, gazete haberleri üzerinden okuduklarımın ötesine götüremedi beni. Kuşkusuz, evli bir çift arasındaki duygusal dinamikleri dışardan anlamak ve yorumlamak kolay değildir. Böyle durumlarda en garantili yol, her şeyi dışardan göründüğü gibi göstermek ve yorumdan kaçmaktır. Film tam da bunu yapıyor. Belki ikna edici ama tatmin edici değil.
Düşüncelerimi daha iyi anlatmak için Asif Kapadia’nın Amy Winehouse’u anlatan ‘Amy’ (2015) belgeselini örnek verebilirim. Belgesel bittiğinde, medyada okuduğumuz tüm haberlerin ötesine geçerek Amy Winehouse’u daha yakından tanıdığımızı hisseder ve intiharın ardındaki nedenleri anladığımızı düşünürüz. Burada ise kurmaca bir film seyretmemize rağmen medyada okuduğumuz haberler sırasındaki edindiğimiz fikirlerin ötesine geçemiyor, verdikleri bütün o kritik kararlar sırasında Maurizio ve Patrizia ile duygu birliği kuramıyoruz.
‘Gucci Ailesi’ bildik anlamda ana karakteri olmayan bir film. Sonuçta, Patrizia öne çıkıyor ama Maurizio’nun hayatından çıkmasıyla yan karaktere dönüşüyor. Belki tümüyle Patrizia’nın bakış açısından ilerleyen, onun her şeyin merkezinde olduğu bir senaryo daha etkili olabilirdi.
Öte yandan, diğer karakterlerde sorun yok. Özellikle, Aldo ve Paolo, Shakespeare trajedilerinde bütün usta oyuncuların oynamaya can attığı yan karakterlere benziyorlar. Yaptıkları hataları, zayıf noktalarını, düştükleri çaresizlikleri çok iyi görüyoruz. İkisiyle de ilgili zihnimizde net portreler beliriyor. Hatta onların olduğu sahnelerde film daha iyi gidiyor. Sözgelimi, Aldo’nun ‘Gucci ben ne dersim odur’ diye kestirip attığı sahnede Patrizia’nın yakın plandaki yüzü çok şey anlatıyor. Aldo ile Paolo’nun havalanında karşılaştıkları ve daha sonra hisse satışı için masaya oturdukları sahneler için de aynısını söyleyebilirim. Galiba karakter motivasyonlarını anladığımız anlarda Ridley Scott da harika sahnelere imza atıyor. Ama Maurizio’nun İsviçre Alpleri’ne kaçtığı sahneyle birlikte, film her şey uzaktan duygu birliği kurmadan seyrettiğimiz bir ‘dökü – drama’ya dönüşüyor.
Al Pacino ve Jared Leto’nun rollerinin tadını çıkararak, seyirciye büyük keyif vererek karakterleri yorumladığını düşünüyorum. Bu arada, filmde rol aldığını önceden bilmiyorsanız Jared Leto’yu tanımanız hiç kolay değil.
Adam Driver ve Lady Gaga’nın oyunculuk anlamında sorunları olduğunu düşünmüyorum. İkisinin de rolleri için çok çalıştığını hissediyorsunuz. Belki karşılığını aldığını söyleyemem ama Adam Driver’ın, beden dili ve konuşmasıyla farklı bir karakter ortaya çıkarmak için çaba sarf ettiği kesin. Lady Gaga da karşımıza ilk çıktığı andan itibaren Patrizia Reggiani olmayı başarıyor. Aksanı için konuşamam ama karakterin beden dilini yakaladığı kesin. Çok tecrübeli bir oyuncu olmadığı için bazen fazla oynama tuzağına düşse de bunu Patrizia’nın kişiliğinin bir parçası gibi göstermeyi başarıyor.
Filmin sevdiğim bir başka yanı, mizah duygusu oldu. ‘Gucci Ailesi’ ucuz ‘soap opera’ sularına pek girmiyorsa bunun nedenlerinden biri, Ridley Scott’un ironiden hiç vazgeçmemesi. Aslına bakarsanız, herkesin kendi derdine düşüp kendi hırslarının kurbanı olduğu hikâyenin özünde kara mizah hamuru da var. Başka bir yönetmen tümüyle bir ahlaksızlıklar komedyası çıkarabilirdi bu hikâyeden ama Scott, daha serinkanlı ve dengeli bir çizgide kalmayı tercih ediyor.
İlk filmlerinden bu yana, prodüksiyon tasarımı ve görüntü yönetimini her koşulda kreatif hale getirmeyi hedefleyen, görsel açıdan öncü bir yönetmendir Ridley Scott. Ne kadar biçimci bir yönetmen olursa olsun görüntüyü sadece hikâyeyi süslemek için kullanmaz; işlevsellikten vazgeçmez. ‘Gucci Ailesi’nde de görüntü yönetmeni Dariusz Wolski ile beraber anlatımın ve karakterlerin önüne geçmeyen renk paletleri arasında gidip geliyor. Sıcak, canlı renkleri çok öne çıkarmayan, stilizasyondan uzak duran gerçekçi, sade bir tarz tutturuyorlar. Başta kostümler olmak üzere prodüksiyon tasarımının da seyre değer olduğunu belirtelim.
Scott’ın karakterleri, anlatımdaki diğer her şeyin önüne çıkarmak istediği belli. Hedefine de ulaşıyor. Yukarıda dile getirdiğim tüm eleştirilere rağmen film bittikten sonra da karakterler aklınızda kalıyor ve Gucci ailesinin yaşadığı trajedi üzerine düşünüyorsunuz.
Sonuçta çok beğenmesem de ‘İyi ki seyrettim’, dediğim bir film oldu ‘Gucci Ailesi’.
6/10