Bir 'mentalist'in karanlık serüvenleri
Amerikalı yazar William Lindsay Gresham’ın ‘Nightmare Alley’ adlı romanı 1946’da yayımlanır. Cumhuriyetçilerin safında gönüllü olarak katıldığı İspanya İç Savaşı’nda birlikte savaştığı eski bir panayır işçisiyle yaptığı sohbetlerden esinlendiğini söyler Gresham.
Stanton Carlisle adlı hırslı ve marazi bir karakterin hikâyesini anlatan roman, olumlu eleştiriler alır. Film uyarlaması çok gecikmeden 1947’de buluşur seyircilerle. Hollywood, başta final olmak üzere romanın karamsar tonunu yumuşatır ama tepkiler olumludur.
2021 yapımı filmin yönetmeni Guillermo del Toro, hazırlıklarını 2017’den bu yana sürdürdüğü ‘Kâbus Sokağı’na (Nightmare Alley) ‘yeniden çevrim’den ziyade romanın farklı bir uyarlaması olarak bakmak gerektiğinin altını çiziyor. Çünkü del Toro için her şey, oyuncu Ron Perlman’ın önerisi üzerine romanı okumasıyla başlıyor. 1947 yapımı filmi daha sonra seyrediyor.
Stanton Carlisle’ın (Bradley Cooper) otobüste daldığı derin uykudan uyanıp akşam karanlığında bir cücenin peşine düştüğü ve panayırı keşfettiği tablo tadındaki çekimlerden başlayarak, del Toro’yu romana neyi çektiğini tahmin etmek zor değil. Del Toro, filmlerinin çoğunda seyirciyi hayalle gerçeğin iç içe geçtiği görsel dünyalara götürür. Filmlerinde hikâyenin ruhunu görsel atmosfer belirler. ‘Kâbus Sokağı’nda da durum farklı değil. Ama önce hikâyeden ve ana karakterin ruhsal serüveninden söz etmek gerek.
Stanton ‘Stan’ Carlisle, geçmişini ve her şeyini yakarak yola çıkmıştır. Daha ilk sahneden gizemli bir karakterdir. Film boyunca açılış sahnesindeki ‘ev, yangın ve hasta yaşlı adam’, araya giren kısa planlarla sık sık karşımıza çıkar… Başlangıçta emin olduğumuz tek şey, Stan’in kendine yeni bir hayat aradığıdır. Nitekim, ‘Alice Harikalar Diyarında’ki tavşanı akla getiren cüce, ona yolu gösterir. Alice, tavşan deliğinden geçip başka bir hayal dünyasına adım atarken; Stan bir panayırın içinde bulur kendini. İlgisini çeken ilk gösterinin, ucube şovu olması şaşırtıcı değildir. Panayır bir yanıyla ucuz halk eğlencesi, diğer yanıyla karanlığa açılan penceredir. Ucube şovun sahibi Clem’in (Willem Dafoe) söylediği gibi panayırda kimse kimsenin geçmişiyle, kimliğiyle ilgilenmez.
İşte bu yüzden, panayır Stan için ideal bir yuva olur. Dahası, orada kendine alternatif bir aile bulur. Binbaşı olarak anılan cüce (Mark Povinelli) dışında herkes sever onu. Medyum şovu yapan Zeena (Toni Collette), Stan’i sadece koruyucu kanatları altına değil, yatağına da alır… Zeena’nın alkolik partneri Pete (David Strathairn) onun için baba figürüne dönüşür. Stan, güçlü Bruno’nun (Ron Perlman) öz kızı gibi sahip çıkıp koruduğu Elektrik Kız Molly’ye (Rooney Mara) ilgi duyar. Artık panayırın parçasıdır. Bir süre sonra, Pete’den öğrendikleriyle zihin okuyabilen bir medyum ya da panayırda söylendiği gibi ‘mentalist’ olabileceğini fark eder.
Stan’in ‘mentalist’ olma süreci, hikâyenin en ilgi çekici ve sağlam yanlarından biri… Panayır müşterilerine doğaüstü beceri olarak pazarlanan ama çalışma ve gözlem becerisi kadar hile de gerektiren şovda herkesi şaşırtan bir başarı yakalar. Ustalarından işin tüm sırlarını öğrenir ama meslek etiğiyle ilgilenmez. Zeena ve Pete ona ‘Gerektiğinde her şeyin bir şov olduğunu söyleyecek ve senden yardım isteyen insanlara özel seans yapmayacaksın’ derler. Onlar, hayatları boyunca bu ‘kırmızı çizgi’yi geçmemişlerdir. Stan’e de ilk öğrettikleri şeylerden biridir bu… Ama ikinci bölümde Stan için etik kavramının hiçbir anlam ifade etmediğini daha net görürüz.
Molly’yi yanına alıp New York’a giden Stan, işini iyice büyütür. Birlikte büyük ve lüks otellerde şovlar yaparlar. Zenginlerin psikiyatristi Lilith Ritter (Cate Blanchett) ile tanışmasının ardından kişiliğindeki güç takıntısı ve açgözlülük daha belirgin hale gelir. İkinci Dünya Savaşı’na giden huzursuz bir dönemdir ve bütün o sosyal kargaşada Stan, her geçen an daha rahatsız edici bir anti kahramana dönüşür. Ama iyilikten kötülüğe doğru gelişen bir öykü değildir ‘Kâbus Sokağı’… Lilith Ritter’in yaptığı psikoanaliz seansında gizemli geçmişinden anlar ortaya çıktıkça, Stan’in panayırda herkesten gizlediği olumsuz yanlarını daha iyi görürüz. Bir süre sonra, en başından beri hep karanlığın içinde geçen bir öykü seyretmiş olduğumuzu anlarız. Kendini tuzağa düşüren bir karakterdir Stanton Carlisle. Kendi doğasının kurbanıdır. Clem’in çaresiz ucubesi ve sergi için kavanozda sakladığı ‘katil bebek’, kaderi ve doğasının metaforlarıdır.
Filmin sevmediğim yanı, insanın karakterinden ve geçmişinden kurtulamayacağı fikri oldu galiba. Filmde doğaüstü motifler yok. Tam aksine doğaüstünün baştan sona bir kandırmaca olduğu fikri işleniyor. Doğaüstünün yerini insan zekasının üstünlüğü ve psikanaliz alıyor. Buna karşılık, Stanton Carlisle’ın hikâyesinde bir tür kadercilik var.
Filmin sevdiğim yanı ise elbette görüntüleri oldu. Guillermo del Toro’nun ‘Kâbus Sokağı’nın görsel dünyasını prodüksiyon tasarımcısı Tamara Deverell ve görüntü yönetmeni Dan Laustsen ile birlikte özenle kurduğu belli. İlk yarıda, gecenin içinde ışıl ışıl parlayan ama kapısından girince tekinsizlik duygusunu hissettiğimiz panayır atmosferi damgasını vuruyor filme. Del Toro, panayıra hayat dolu aydınlık bir mekân olarak bakmıyor. Bezgin, yorgun ve umutsuz insanların hayatlarını sürdürmeye çalıştığı bir yer panayır… Stan ve Molly gençlikleriyle dikkat çekiyorlar. O yüzden orayı terk edip birlikte yeni bir hayata başlamaları doğru geliyor bize.
Ne var ki, ikinci bölümde tuzaklar ve tehlikelerle dolu karanlık bir New York çıkıyor karşımıza. Özellikle Ritter’in marazi kibrini yansıtan, şıklığıyla hastaları ezip geçecek bir yer olan muayenehanesi, Alman dışavurumcu filmlerini akla getiriyor. Varlıklı, güçlü ve aksi adam Ezra Grind’in (Richard Jenkins) evi ise nerdeyse gotik bir hava taşıyor.
ABD’deki bazı sinema salonlarında filmin siyah beyaz versiyonunun da gösterime sunulduğunu belirtelim. Türkiye’de sadece renkli versiyonu görme şansımız var. Del Toro belli ki siyah beyaz versiyonla ‘film noir’ (kara film) estetiğine saygı duruşunda bulunuyor. Öte yandan, renkli versiyonun da gayet iyi olduğunu ve kara film estetiğinin iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum.
‘Kâbus Sokağı’, panayır sahnesinden itibaren beni alıp başka bir görsel dünyaya götürdü. Kaldı ki, del Toro’nun bütün filmlerinde aynı duyguyu yaşarım. Filmlerinin imgeleri yıllar geçse de aklımda kalır. ‘Ressam yönetmen’dir benim için del Toro… Ama hikâye anlatıcısı olarak del Toro’yu çok sevdiğimi söyleyemem. En sevdiğim filmlerinde dahi aynı sorunu yaşarım. Hikâyeye, karakterlere ve aralarındaki çatışmalara olan ilgimi sonuna kadar koruyamam. ‘Kâbus Sokağı’nda da benzer sorunlar yaşadım. Sözgelimi, ikinci yarıda hikâyenin ilgi çekici yanı kalmadı. New York’ta seyrettiğimiz ilk sahnede, Stan’in çoktan kötü yola girmiş olduğunu açıkçası hemen fark ediyoruz. Lilith Ritter ve Ezra Grindle ile yaşadıklarının onu nereye doğru götüreceğini tahmin etmek pek zor değil.
1947 yapımı ilk uyarlamanın aksine romana sadık kalan final, tabi ki çok iyi ama her şeyi kurtardığını söylemek mümkün değil. Olumsuza doğru giden karakter değişimine hiçbir itirazım yok. Bir karakterin en başından beri aslında hiç değişmediğini anlamak, ruhunu kurtarma fırsatını kullanmadığını ve ahlaken giderek daha çok battığını görmek, kuşkusuz ilgiye değer olabilir. Birçok edebiyat klasiği tam da bu fikirleri işler… Ama ‘Nightmare Alley’de Stanton Carlisle’ın ruhsal serüveni özellikle ikinci yarıda çok düz hale geliyor.
Başta Bradley Cooper olmak üzere tüm oyuncu kadrosu gayet iyi. Cate Blanchett de akılda kalıcı bir karakter çiziyor ama Lilith Ritter’in hayli demode bir ‘femme fatale’ (meşum kadın) olduğunu düşünüyorum.
İnternette Gresham’ın romanı ile del Toro’nun filmindeki temel farklılıkları ele alan karşılaştırmalara baktığımda, filmde sevmediğim şeylerin çoğunun del Toro’nun romandan koptuğu yerler olduğunu fark ettim. Sözgelimi romanda Carlisle en başından itibaren güvenilmez ve karanlık yanlarıyla çıkıyor okurun karşısına. Del Toro ise özellikle panayır sahnelerinde karakterin iyi taraflarını biraz daha öne çıkarıyor. Belki de bu yüzden New York’taki değişim, inandırıcı olamıyor.
Orijinal eserle asıl önemli farklılık, romanda baba sorunundan çok anne sorunu olması… Del Toro ve Kim Morgan’ın romanı uyarlarken özellikle baba – oğul ilişkisinde tümüyle kendi kafalarına göre takılıp, orijinal eserden koptuklarını görüyorsunuz.
Özetle, del Toro’nun özenle kurduğu görsel dünyayı seyretmek keyifli ama aynısını hikâye örgüsü için söyleyemem. Asıl mesele, galiba karakterin serüvenine belirli bir noktadan sonra ilgimi kaybetmiş olmam. Bunu bir kaybettiniz mi, filmle duygusal bağ kurmanız gerçekten zordur. ‘Kâbus Sokağı’nda tam da bunu yaşadım. Umarım siz yaşamazsınız.
6.5/10