Ay'a yolculuk nostaljisi
Amerikalı astronot Neil Armstrong’un Ay’a ayak bastığı gün, 6 yaşındaydım. Televizyonun henüz evimize girmediği, her şeyi radyodan takip ettiğimiz günlerdi. Geceleri İzmir’deki evin terasından Ay’a dikkatle bakıp Apollo 11’in varlığına dair bir işaret arardım. Kötü giden işlerden yakınan insanların ‘Elalem Ay’a gidiyor, biz…‘ diye başlayan cümleler kurduğuna galiba ilk o günlerde tanık olmuştum.
Yetişkinler için ne ifade ederse etsin biz çocuklar için çok eğlenceli bir şeydi Ay’ın keşfi… 1969 sonbaharında ilkokula başladığımda, arkadaşlarımla astronotların Ay macerasını çok konuşurduk. ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ diye soranlara ‘Astronot’ diye yanıt verenlerin sayısı az değildi. O yıllarda uzayın, çocukların hayal dünyasında önemli bir yeri vardı.
Richard Linklater’ın yazıp yönettiği ‘Apollo 10 ½: Uzay Çağında Çocuk Olmak’ (Apollo 10 1/2: A Space Age Adventure), işte tam da bu noktadan yaklaşıyor Apollo 11’in tarihi Ay yolculuğuna ve her şeye bir çocuğun gözünden bakmayı hedefliyor.
Linklater, animasyon formatıyla çektiği filmde ABD’nin Ay macerasının, bir çocuğun hayal dünyası üzerindeki yansımalarının keşfine çıkıyor. Böylelikle sadece o günlerden belleğinde kalan anıları değil, 9 yaşındaki Stanley’in düşlerinde geçtiğini hissettiğimiz hayal ürünü bir Ay’a gitme hikâyesi de anlatıyor: NASA’dan gelen siyah takım elbiseli iki adam, son derece gizli bir görev için Stan’i seçtiklerini ve onu, Apollo 10 ½ adını verdikleri proje ile tek başına Ay’a göndereceklerini söylüyorlar. Stan ve ailesinin, Ay yolculuğunun planlandığı, astronotların eğitim aldığı NASA tesislerine yakın bir bölgede yaşaması, kuşkusuz her şeyi kolaylaştırıyor. Ayrıca, okuldaki ve mahalledeki çoğu ebeveyn gibi Stan’in babası da NASA’da çalışıyor.
Stan’in kişisel Ay macerası ile Apollo 11’in tarihi görevini paralel olarak izlerken, uzay çalışmaları ile bir çocuğun hayal gücü arasındaki bağa odaklanıyor Linklater. İkisi arasındaki ilişki üzerine düşündürüyor bizi. Öyle ki filmin sonunda 1972’den sonra Ay seferlerini askıya alan ABD’nin simgesel anlamda ‘çocukluğunu kaybettiği’ne dair bir alt metin ya da ima sezmek bile mümkün.
Filmin en sevdiğim yanı, 1960’lara, özelikle de 1969 yazına yönelik güçlü nostalji duygusu oldu. Tabi ki, ABD’nin Ay’a ayak basması çevresinde dönen bir nostalji bu… Ama Linklater’ın asıl hedefi, o dönemi 9 yaşındaki bir çocuğun gözünden anlamaya ve anlatmaya çalışmak. Stan, yaşadığı mahalleden, okulundan, ailesi ve kardeşlerinden söz ederken, dolaylı olarak o dönemin ABD’sinden manzaralar sunuyor bize.
Linklater, dönemin ruhunu çelişkiler üzerinden kuruyor. Bir yanda, Büyük Bunalım döneminin travmasını hâlâ atlatamayan ve bir çiviye bile kıyamayan tutumlu büyükbabalar var. Diğer yanda ise Soğuk Savaş’ı kazanmak ve Ay’a gitmek için milyonlarca dolar harcamaktan kaçınmayan bir ülke…
Bir yanda, Vietnam Savaşı’nın yaşandığı, Stan’in ‘yetişkinlere ait’ olarak gördüğü sorunlu ve gergin bir dünya var. 1968 kuşağına sempati duyan ablasının varlığı sayesinde ırk ayrımcılığı gibi sorunların açıkça konuşulduğu bir evde yaşıyor Stan. Televizyonda Ay projesine karşı çıkan muhaliflerin argümanlarıyla babasının tepkileri arasında kalıyor. Ayrıca hippilerin varlığından ve rock müziğinden haberdar. Dünyanın bir değişimin eşiğinde olduğunu hissediyor.
Diğer yanda ise kendini bir parçası olarak gördüğü çocukların eğlenceli dünyası var. Çocukluğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda geçenlerin iyi bildiği bir dünya bu… Sokakta, okulda, evde toplu olarak oynanan oyunlar; telefonla işletilen insanlar, sinema salonlarındaki filmler ve tabi ki evde hep beraber başına geçilip seyredilen televizyon… Linklater, özellikle o yılların televizyon kültürünü, çocukların sevdiği diziler üzerinden çok güzel anlatıyor.
‘Apollo 10 ½’ 1960’lar nostaljisine kapılıp gittiği, dönemin popüler kültürünü anlattığı bu sahnelerde çok hoş bir film olmayı başarıyor. Linklater sadece o yılları yaşayanların hatıralarını tazelemiyor. Yeni kuşaklara 1960’ların sonunda çocuk ve genç olmanın nasıl bir şey olduğunu da tarif ediyor; 1960’ların ruhunu başarıyla yansıtıyor. Üstelik tüm bunları, yeni kuşakları yakalayabilecek bir film diliyle yapıyor.
Linklater hikâyeyi ağırlıklı olarak 1969 Temmuz’unda yaşananlar üzerine kuruyor. Ama Kennedy’nin Ay’a gitme hedefini açıklamasıyla başlayan, Nixon’ın Ay’daki astronotlarla yaptığı telefon konuşmasıyla biten ve 1960’lara damgasını vuran ‘toplumsal ruh hali’ni de yakalıyor. Aslına bakarsanız, açık şekilde hükümetin ve Apollo projesinin yanında saf tutmuyor. O yıllarda yükselen toplumsal muhalefeti, Afrikalı Amerikalıların haklı itirazlarını karşımıza getirmeyi ihmal etmiyor.
Linklater, film boyunca belirli bir tezi savunmaya çalışmıyor ama o günleri özlediğini, Ay’a gitmeyi önemsediğini hissediyoruz. Filmin tek sorunu, geçmişe özlem duygusunu her şeyin üstüne çıkarmasında; kendisine sağlam bir dramatik odak seçemiyor olmasında… Stan’in uykuyla uyanıklık arasında görülmüş bir düşü andıran Ay yolculuğu macerası hoş fikir ama filmin tümünü kurtaramıyor. Onu çıkarınca da filmi ayakta tutan başka bir dramatik eksen kalmıyor.
Linklater’ın belirli bir hikâyeden ziyade kişisel hatıralarının peşinden gittiği söylenebilir. Stan’in yaşadıkları kuşkusuz Linklater’ın hayatından kesitler içeriyor ama birebir yaşam öyküsü değil. Tam aksine, gerçeklerden saptığı noktalar var. Sözgelimi, Linklater 1969’da ailesiyle birlikte Houston, Texas’ta yaşıyor ama babası NASA için çalışmıyor. Evet, evin en küçüğü ama filmdeki gibi 6 kardeş değiller, sadece 2 ablası var.
Film hikâye anlatımından ziyade bir sürece odaklanıyor. Linklater, çok iyi bildiği bir dünyayı anlatıyor. Filmin gücü de zaten bu ‘otantik yanı’ndan geliyor. Yarı belgesel havasında bir tür aile albümü tadı var filmde. Stan dahil tüm karakterler filmin anlatıcısı yetişkin Stan’in (Jack Black) hafızasındaki konumlarıyla geliyorlar karşımıza. Yüzünü hiç görmediğimiz yetişkin Stan’in filmin anlatıcısı olması, belgesel hissini güçlendiriyor. Sözgelimi, Stan 1960’ların sinema ve televizyondaki bilimkurgu geleneğini, bu geleneğin ABD’nin Ay yolculuğuyla olan bağlarını nerdeyse bir belgeselci yaklaşımıyla yorumluyor.
Animasyon formatı, tuhaf şekilde filmdeki belgesel hissini artırıyor. ‘Tuhaf şekilde’ diyorum çünkü animasyonun tam tersi bir etki yaratması da mümkün. Ama hiper gerçekçi bilgisayar animasyonlarının çekildiği bir çağda Linklater’in grafik olarak eski televizyon animasyonlarını akla getiren naif bir görsel tarz seçmesi, her şeyin Stan’in hafızasından süzülerek bize yansıdığı düşüncesini güçlendiriyor. Özetle, geçmişe gitmiyor; bunun yerine geçmişin animasyon olarak ‘bir temsil’ini seyrediyoruz. Film bu yanıyla ‘Flee’ ve ‘Persepolis’ gibi filmleri akla getiriyor.
Linklater’ın ilk hedefi ‘live action’ olarak yani normal bir film çekmekmiş aslında. Sonra animasyonda karar kılmış. Birçok sahneyi daha önce ‘Waking Life’ (2001) ve ‘A Scanner Darkly’ (2006) gibi filmlerinde deneyim kazandığı ‘rotoscoping’ tekniğiyle çekmiş. Yani oyuncularla çektiği sahneleri daha sonra animasyona aktarmış. Bu sayede, özellikle kalabalık aile sahnelerinde daha doğal ve sahici bir hava yakaladığı söylenebilir. Yeri gelmişken, arşiv görüntüleri ve ‘2001 A Space Odyssey’ gibi filmlerden parçalar dahil görsel malzemelerin de animasyon olarak karşımıza geldiğini belirtelim.
‘Apollo 10 ½: Uzay Çağında Çocuk Olmak’ı herkese gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim ama iddialı bir öykü beklemeyin. Son olarak, dönemin ruhunu yansıtan birbirinden güzel şarkıları unutmayalım. (Netflix)
7/10