Alternatif bir 'Paris'te aşk' filmi
Kuşkusuz birçok ortak nokta bulmak mümkündür ama Fransız yönetmen Jacques Audiard, hikâye, tema ve görsel atmosfer olarak birbirine pek benzemeyen filmlerle çıkar karşımıza. Nadiren yapsa da tür filmiyle karakter dramını bir araya getirme konusunda ustadır. ’Yeraltı Peygamberi’ (Un prophète - 2009) ‘cezaevinde geçen suç filmi’, İngilizce çektiği ‘Sister Biraderler’ (The Sister Brothers) ise western olarak, kendi türlerinin 2000’li yıllardaki en iyi örnekleri arasındadır. Çünkü ikisi de sağlam karakter dramıdır aynı zamanda.
‘Pas ve Kemik’e (De rouille et d'os - 2012) aşk öyküsü; Altın Palmiye kazandığı ‘Dheepan’a (2015) sığınmacı dramı gibi baktığımızda, yine aynı şekilde benzerlerinden ayrılan filmler çektiğini görürüz. Her filmiyle akılda kalıcı karakterler çizmeyi ve dünyalar kurmayı başarır.
Dünya prömiyerini 2021 Cannes Film Festivali’nde yapan ‘Paris, 13. Bölge’ (Les Olympiades, Paris 13e) için de aynı tespitler geçerliliğini koruyor. Hikâye, tema ve görsel atmosfer olarak önceki işlerinden farklı bir film seyrediyoruz.
Amerikalı çizer Adrian Tomine’in resimli öykülerinden yola çıkıyor Audiard. Senaryo üzerinde ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nin yönetmeni olarak tanıdığımız Céline Sciamma ile çalışıyor önce. Daha sonra ‘Ava’ (2017) ve ‘Les cinq diables’ (2022) filmleriyle adını duyuran yönetmen Léa Mysius giriyor devreye. Senaryodaki dördüncü imza ise Nicolas Livecchi’ye ait.
‘Paris, 13. Bölge’ cinsel ve duygusal ilişkiler üzerine bir film. Hayallerinizdeki romantik aşk filmi olmayabilir… Âşıkların önüne çıkan engeller, bizim yerli dizilerimizdeki gibi ‘kötü ruhlu, dünyada sevecek başka kişi bulamayan takıntılı ruh hastaları’ değil. Engeller, karakterlerin kendi içlerindeki kararsızlıklar, güvensizlikler ve ego sorunlarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla, daha gerçekçi bir hikâye bekliyor sizi. ‘Âşıklar ne zaman kavuşacak?’ gibi bir beklentiyle seyretmiyorsunuz filmi. Gerçekte kim kime âşık, diye soruyor; karakterlerin kendilerine ve başkalarına karşı dürüst olup olmadığını kestirmeye çalışıyorsunuz. Ayrıca, anaakım romantik filmlerdeki gibi bir hikâye akışı yok. Olayların nereye doğru gideceğini tahmin etmeniz zor değil. Daha çok karakterlerin duygularını keşfetme sürecine odaklanıyorsunuz.
Jacques Audiard’ın hedeflerinden biri ‘Paris ve aşk’ deyince seyircinin belleğinde beliren tüm filmlerden uzak durmak belli ki… Filmin siyah beyaz olması sizi yanıltmasın. 1960’ların Fransız Yeni Dalga’sına, eski filmlere açık göndermeler yok. Siyah beyaz tercihi, stilize yaklaşımdan ziyade renk fazlalığından kurtulmanın, sadece karakterlere odaklanmanın ve onları çevreleyen dünyayı grafik anlamda modernist mimariye indirgemenin yolu.
Bizi her tür nostalji ve aklımıza gelen Paris melodilerinden uzak tutmak için Rone imzalı elektronik müzik tercih etmesi, kayda değer bir nokta. Paris deyince herkesin aklına gelebilecek tanıdık imgeleri bir yana bırakıp, filmini gökyüzüne uzanan gökdelenlerin yan yana sıralandığı Les Olympiades semtinde çekmesi önemli…
Yeri gelmişken filmin, Woody Allen’ın siyah beyaz çektiği ‘Manhattan’ını akla getirecek bir semt güzellemesi olmadığını belirtelim. Bölge, sadece modern mimarisi ve büyük yapılarıyla öne çıkıyor. Açılışta akşam karanlığında ışıklı dairelerin arasında havada süzülerek dolaşan kameranın konumu, anlatacak hikâye arayan bir röntgenciyi akla getiriyor. Audiard filmin diğer bölümlerinde de semtin karakterleri çevreleyen modernist dekorunu göstermekten hiç vazgeçmiyor. Çünkü karakterler bu ezici, soğuk görünen modernizmin içinde, Paris’in 13. Bölgesi olarak da anılan bu semtte yaşıyorlar.
Émilie Wong (Lucie Zhang) ile Camille Germain’in (Makita Samba) tanışmaları; aynı evde yaşamaya ve flört aşamasını uzatmadan seks yapmaya başlamaları, sadece cinselliğe, ilişkilere bakışlarını göstermiyor. Aşk, bağlılık, birlikte olmak gibi konulardaki sakınımlarını ve birbirlerine karşı çizdikleri sınırları gösteriyor. Mümkün olmayacağını tahmin etsek de onlar ‘aynı evin içinde farklı odalarda iki ayrı yaşam sürdüren iki birey’ olmak fikrinden yola çıkıyorlar. Modernizm ile insanın bağımsız birey olarak uygarlık tarihinde yerini almasında kuşkusuz bazı bağlar var. Sözün özü, ‘Paris 13. Bölge’, evlenmek dışındaki alternatiflerin çoğaldığı ‘modern bir dünyada’ geçiyor.
Filmin ilk dramatik düğümü Émilie’nin, Camille’in üstüne daha çok gitmesinden ziyade, bireysel alanının sınırlarına saygı göstermemesinden kaynaklanıyor. Her ikisi de romantik olmaktan; ilişkiler konusunda önceki kuşaklara benzemekten korkuyorlar. Seks partnerlerini çevrimiçinde bulmayı, gelip geçici partnerlerle ilişki kurmayı dert etmiyorlar.
Camille entelektüel, kibar ama çok duyarlı biri değil. Dürüst davranmayı ve her koşulda gerçek fikirlerini söylemeyi erdem sanıyor. Ama tüm bunlar insanları yaralamak ve kırmaktan başka işe yaramıyor. Émilie ile sevgili olmadan sadece cinsel ilişki kurmak istiyor.
Émilie’nin büyükannesi ve annesiyle olan ilişkileri, ailesinden ayrı, kökenlerinden uzak yaşamak istediğinin göstergesi. Büyükannesine olan davranışlarından zorluklardan hoşlanmadığını anlıyoruz. Sorumlu olmayı ve iş disiplinini de sevmiyor. Ayrıca duygularıyla yüzleşmeyi sürekli erteliyor. İlişkiyi, aşkı dürüstlükten ziyade ego savaşı olarak görüyor.
Filmin ‘ikinci perdesi’nin başında karşımıza çıkan Nora (Noémie Merlant) ise Émilie ve Camille’den hayli farklı. Uzun süren bir ilişkiden, partnerine bağımlı olmaktan kaçarak Paris’e tek başına hukuk okumaya gelmiş biri Nora. Öyle çok genç değil. 30 yaşlarında. Émilie ve Camille gibi egosunu her şeyin üstünde tutmayan, açık kalpli, kendine karşı dürüst, olgun biri olduğunu görüyoruz. Ama duygusal açıdan onlara göre daha kırılgan ve zayıf biri. Yeni bir ilişki onun için kolay değil. Geçmişinden kaçmak istediği kesin. Camille’in insanların koyduğu sınırlara özen göstermesi nedeniyle iyi anlaşıyorlar.
Dördüncü karakterimiz ise çevrimiçi porno sektöründe çalışan Amber Sweet (Jehnny Neth)… Hukuk Fakültesi’ndeki popülerliği, yeni neslin pornoyla olan ilişkisi hakkında da fikir veriyor.
‘Paris, 13. Bölge’ çevrimiçi seks dahil çağdaş dünyadan manzaralar sunsa da son tahlilde bildiğiniz anlamda aşk filmi. Çok dolaylı yollara sapsa bile sonuçta aşkı anlatıyor. Ne anaakıma ne de son dönende çekilen bağımsız aşk filmlerine benziyor.
İlişkiler ve aşk üzerine yoğunlaşan Woody Allen filmleriyle karşılaştırdığımızda, ‘Paris, 13. Bölge’nin karakteristik yanları belirginleşiyor aslında. Allen filmleri gibi sıcak ve duygusal değil. Allen filmlerinde karakterler hayatla mücadele etmekten ziyade trajik komik durumlar içinde bocalarlar. Audiard’ın filminde ise karakterler hayata tutunmaya çalışıyor; geçim derdiyle uğraşıyorlar. Bazen komik şeyler yaşasalar da hayatları aslında öyle çok eğlenceli değil. Eğlenmek deyince akıllarına gürültülü partiler, elektronik müzik, çeşitli şekillere kafa bulmak ve gelişigüzel seks geliyor.
Yeri gelmişken, Nora’nın peruk takarak gittiği üniversite partisini unutmamak lazım. Partide tekno müzik eşliğinde herkes kendi dünyasında dans ediyor. Birbirlerine dokunuyor, flört ediyor ve arada konuşmaya çalışıyorlar ama filmin başında kamera binalar arasında dolaşırken gördüğümüz manzaradan çok farklı değil durum: ‘Herkes aynı yerde ama kendi başına…’ Émilie’nin yalnızlığı unutmak için gittiği partiden sonraki ‘bad trip’ hallerini de hatırlamak gerek. Nora için de üniversite partisi kâbusa dönüyor. Özetle eğlenmeye çalışıyorlar ama yalnızlıklarını, sıkıntılarını gideremiyorlar. Yalnızlığın ilacı ise birbirleriyle iletişim kurmalarıyla geliyor.
Filmde aklıma yatmayan nokta, Nora’nın Hukuk Fakültesi’nde uğradığı zorbalık karşısındaki pasifliği oldu. Sonuçta, orada Nora’nın çaba göstererek çözümleyeceği bir karışıklık var. Ama Nora nedense gençlerin zorbalığına boyun eğiyor; çok çabuk pes ediyor. Oysa filmin bütününde tanıdığımız Nora öyle hemen kaçacak zayıf bir karakter değil sanki. Hukuk okumaya gelmiş birinin adalet aramaya hiç gerek görmeden iftira ve yalana teslim olmasına açıkçası ikna olamadım. Nora gibi bir kadın o krizi bir yumrukla değil okulda kalarak aşmalıydı bence…
Bunu bir yana bırakırsam, filmle başka sorunum olmadı. Belki ilişkiler, aşk ve seks üzerine çok yeni ve değişik bir film seyretmedim. Ama inandırıcı karakterleri, başarılı oyuncuları ve akıcı anlatımıyla beğendiğim bir film oldu ‘Paris, 13. Bölge’… O yaşlarda birçok insanın yaşadığı ‘kendini, gerçek arzularını ve sevgiyi keşfetme sürecini’ güzel anlatıyor. Ayrıca özellikle sonlara doğru romantik bir film… Finaldeki eski usul analog telefonlu diyafon nostaljik bir detay. Filmin 1930 yapımı ‘Mavi Melek’te (The Blue Angel) Marlene Dietrich’in söylediği ‘Falling In Love Again’ şarkısının elektronik versiyonuyla bittiğini belirtelim. Şarkıyı yorumlayan ise Émilie rolündeki Lucie Zhang… (MUBI)
7/10