Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Filmin ana karakteri Rose Cutter’ın çocukluk travmasından birkaç belirsiz ana tanık olduğumuz ilk sahnenin ardından acil psikiyatrik vakalara bakan bir hastaneye götürüyor bizi ‘Gülümse’ (Smile)… Doktor Rose Cutter (Sosie Bacon) tecrübeli, sabırlı, işini seven, para pulla çok işi olmayan idealist bir terapist olarak çıkıyor karşımıza. Tam da mesaisinin bittiği anlarda gelen telefonu açıyor ve hastaneye getiriliş anını daha önceden drone kamerasının üst bakış açısından gördüğümüz doktora öğrencisi Laura Weaver (Caitlin Stasey) ile görüşmeye giriyor.

        Sinir krizi içindeki Laura günlerdir kendisine farklı suretlerde görünen ve rahatsız edici şekilde gülümseyen, korkutucu, tehditkâr bir varlıktan söz ediyor. Rose, Laura’nın yaşadıklarını travma sonrası stres ile açıklamaya çalışırken, olay bir anda kontrolünden çıkıyor. Odada Rose’un görmediği başka biri varmış gibi davranmaya başlayan Laura, yüzünde ürpertici bir gülümsemeyle korkunç şekilde intihar ediyor.

        Paranormal vakaları temel alan birçok korku filminde karşımıza çıkan o çaresiz biliminsanlarından biri Rose Butter. Onlardan farkı, sadece filmin ana karakteri olması değil; aynı zamanda doğa ötesi varlığın kurbanı haline gelmesi ve kurtulmak için mücadele vermesi. Daha önemlisi, paranormal olaylar yaşadığı gerçeğini başta meslektaşları olmak üzere en yakınlarına dahi kabul ettirememesi… Herkesin ona psikiyatrik sorunları olan bir hasta gözüyle bakması ve tedaviye ikna etmek için uğraşması… Tam da burada, çocukluğuna uzanan travma geçmişinin de başka bir sorun olarak sürekli kendisine anımsatıldığını belirtelim.

        REKLAM

        Tüm bunlardan, ‘Gülümse’nin böylesine arada kalmış bir ana karakterle son ana kadar ‘paranormal olaylara inanç’ ile ‘psikiyatriye saygı’ arasında gidip geldiğini düşünebilirsiniz. Ne var ki, yazar ve yönetmen Parker Finn, ilk uzun filminde seyirciye alengirli oyunlar kurmayan bir öykü sunuyor bize. Paranormal olaylar diğer her şeyin üstüne çıkıyor.

        Dolayısıyla, başta Laura ve Rose olmak üzere tecrübeyi yaşayanların ‘kötücül bir varlığın kendilerine musallat olması’ diye hissedip tanımladıkları sorunun, bir çeşit ‘bulaşıcı’ psikiyatrik hastalık olup olmadığı konusunda kuşku verici belirsizlikler oluşturmaktan kaçınıyor film. Rose’a ve onun büyük çaresizliğine baştan sona inanmamızı istiyor. İnanıyoruz da… Rose’un hasta değil kurban olduğunu düşünüyoruz.

        Buna karşılık, film Rose’un ve diğer kurbanların travma geçmişi nedeniyle ille de ikilemde kalmak isteyenlerin önüne engel çıkarmıyor. Sözgelimi, finale doğru Rose’un ‘Her şey zihnimin içinde’ demesi, kritik bir an. Dolayısıyla, her şeyin kurbanların veya hastaların zihninde olup bitmesi itibarıyla, filmi o şekilde yorumlamak isteyenlere ‘hafifçe aralanmış bir şüphe kapısı’ bırakıldığı söylenebilir. Ama o kapıdan girip içeri bakmak isteyenlere kayda değer hiçbir şey vaat edilmiyor. Çünkü Parker Finn’in öncelikli derdi, oyunbaz ikilemler ve alt metinlerden ziyade seyircilere etkili bir korku filmi deneyimi yaşatmak. Bu açıdan bakıldığında, hedefine ulaşıyor.

        REKLAM

        Bir insanın gülümsemesini veya bir bakışını bu kadar tekinsiz ve rahatsız edici hale getirmek çok kolay değil. Burada kuşkusuz oyunculuk da önem kazanıyor. ‘Gülümse’ oyunculuğun öne çıktığı bir film. Özellikle başroldeki Sosie Bacon’ın yaşadığı ruhsal yıkımı, korkuyu, verdiği yaşam mücadelesini etkili şekilde yansıttığını, karakteri inandırıcı kılarak filme büyük bir katkı yaptığını düşünüyorum.

        Filmde ‘aniden duyduğumuz sesler veya aniden beliren görüntüler’ gibi eski usul korku gerilim tekniklerini de çok etkili kullanıyor Parker Finn. Sözgelimi, Laura’yla yaptığı görüşmenin ses kaydını dinlerken Rose’un yaşadığı o dehşet anını nerdeyse biz de bire bir yaşıyoruz. Laura’nın ölümünden sonra evde yalnız başına sakinleşmeye çalışırken yaşadığı ilk paranormal deneyim de çok ürpertici. Yönetmen Finn, özellikle Rose’un yaşadığı algısal deneyimler üzerinden seyirci üzerinde etkili oluyor. Ara planlarla sürekli çocukluktaki travma anına dönerek, kötücül varlığın onu en zayıf yerinden yakaladığını ve hiç bırakmayacağını ima ediyor.

        Geniş ekrandan kaçarak kadraj ölçüsü1.85:1’de karar kılması başta olmak üzere Finn’in yönetmenlik tercihlerinin çoğunu ve sözgelimi filmin ilk sahnesine bağlı olarak birkaç sahnede, kamerayı baş aşağı çevirerek dünyayı tersten göstermesi gibi detayları da beğendim.

        Ezcümle, Finn seyirciyi germeyi, korkutmayı bilen bir yönetmen. Öykü ve senaryonun da ‘hasta durumuna düşen terapist ana karakter’ başta olmak üzere sevdiğim birçok yanı oldu. Bu tür filmlerde sıklıkla karşımıza çıkan ve gizemli kötücül varlığı daha iyi anlamamızı sağlayan bilge veya malumatfuruş bir karaktere yer verilmemesi de bence dikkate değer ‘yenilikçi’ bir nokta. Gerçi Rose bir şekilde başındaki beladan kurtulmanın yolunu öğreniyor ama onu çok daha büyük travmaya itebilecek bir çözüm yolu bu… Dolayısıyla, kabul etmeyeceğinin farkındayız. Aslına bakarsanız, beni filmden soğutan nokta, hikâyenin böylesi öngörülebilir yanları oldu.

        REKLAM

        Öyle ki, hangi sahnenin gerçek değil hayal olduğunu bile hissediyoruz. Çünkü Rose’un öyle davranmayacağını biliyoruz. Özetle, Rose’un hastanedeki görüşme odasında tanık olduğu intihardan sonra, ‘doğum günü sahnesi’ hariç neler olup biteceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyoruz. Hatta bazı bölümlerde Rose’un hep bir adım önündeyiz. Sözgelimi, psikiyatristi (Robin Weigert), nişanlısı (Jessie T. Usher) ve kız kardeşinden (Gillian Zinser) ziyade eski sevgilisi polis memuru Joel’in (Kyle Gallner) ona yardımcı olacağını biliyoruz. Joel’e gitmeden önce yaptığı her şeyin vakit ve gereksiz prestij kaybı olduğunun farkındayız. Joel’in araştırmasından neler çıkacağını da biliyoruz.

        Finale doğru, Rose gibi travması nedeniyle hayatını sorumluluk duygusu üzerine kurmuş bir insanın, belirli bir noktadan sonra kimseye zarar vermemek için nasıl hareket edeceğini kestirmek de çok zor değil. Hatta finalde, olası devam filmlerini garantiye almak için ne tür bir tesadüf yaşanacağı dahi aklımıza geliyor.

        ‘Halka’ (Ringu – 1998), ‘Peşimdeki Şeytan’ (It Follows – 2014) gibi çok sevdiğim korku filmlerini akla getiren çıkış noktasını, yönetmenliği ve hikâyedeki bazı yenilikleri gayet parlak buldum. Ama öykü ilerledikçe senaryodaki öngörülebilirlik nedeniyle hayal kırıklığı yaşadım. Yine de seyirciyi korkutmaktan aciz bir alay korku filminin arasında ‘Gülümse’ türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir film.

        Yapımcıların, filmi dijital platformlar için planlamalarına rağmen deneme gösterimlerinin ardından sinema salonlarında vizyona girmeye karar vermesi dahi, Finn’in başarısının göstergesi. Son olarak, Parker Finn’in ‘Gülümse’yi 2020 tarihli ‘Laura Hasn’t Slept’ adlı ödüllü kendi kısa filmini temel alarak yazıp yönettiğini de belirtelim.

        6.5/10

        Diğer Yazılar