Kanlı ve romantik
2018’de seyrettiğimiz ‘Suspiria’dan sonra geçen 4 yılda kısa filmler, TV dizisi, uzun belgesel ve bir de videoklip çeken İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, ABD yapımı ‘Kemikler ve Her Şey’ (Bones and All) ile geliyor karşımıza.
‘Kemikler ve Her Şey’, Guadagnino’nun sonradan dahil olduğu bir proje. ‘Sen Benimsin’ (A Bigger Splash - 2015) ve ‘Suspiria’da birlikte çalıştıkları senaryo yazarı David Kajganich, Camille DeAngelis'in 2015’te yayımlanan aynı adlı gençlik romanını 2019’da uyarlamaya başlıyor. İlk başta Antonio Campos’un yöneteceği film, 2021’de Timothée Chalamet’nin oyuncu ve yapımcı olarak projeye girmesiyle Guadagnino’ya teslim ediliyor.
İçinden ‘gençlik, yalnızlık, masumiyet, aşk ve hüzün’ geçen bir film ‘Kemikler ve Her Şey’… Aynı zamanda bir kaçış ve yol hikâyesi. Bazı sahnelerde sınırları zorlayan şiddet ve kanı hesaba kattığımızda, ‘Bonnie & Clyde’ ve ‘Badlands’ gibi ilham verici başyapıtların izinden giden bir geleneğin son halkası olarak görmek olası. Öte yandan, içinde vampir olmamasına karşın vampir filmleriyle akrabalık taşıdığını düşünüyorum. Gerçi vampirlerde olduğu gibi hayatta kalmak için bir beslenme zorunluluğu yok ortada. Onun yerine, başa bela olan güçlü itkiler veya kontrol edilemeyen arzular var.
1980’li yılların sonlarında geçen hikâyenin ‘ilk perdesi’, 18 yaşına giren Maren’in (Taylor Collins) aniden tek başına kalması üzerine kurulu. Maren, elinde doğum belgesiyle annesini aramak için çıktığı yolda onu herkesten daha iyi anlayan, hatta ihtiyaçlarını, içgüdülerini bile ondan daha iyi bilen Sully (Mark Rylance) ile karşılaşıyor önce. Sully, Maren’e şefkat, sevgi, ihtimamla yaklaşıyor. Ama Sully’deki itici ve karanlık yan, bizi olduğu gibi onu da rahatsız ediyor. ‘İkinci perde’ ise kendisiyle aynı özelliğe sahip Lee (Timothée Chalamet) ile tanışmasıyla başlıyor. Lee, yalnız başına yaşamayı bilen ve Maren’in tersine ailesinden, köklerinden kaçan bir karakter.
‘Kemikler ve Her Şey’, genç yaşta ebeveynlerin rehberliğinden uzakta hayata tutunmaya çalışan iki gencin aşkını anlatıyor özünde. Aralarındaki aşk ne kadar güçlü olursa olsun, ‘iki başlarına kaldıklarında’ da savunmasız ve kırılganlar; çünkü çok gençler. Ayrıca, vicdanen altından kalkamayacakları bir hata yapıyorlar. Bu hatanın ardından ancak geçmişleriyle hesaplaştıkça yüzlerini geleceğe dönebiliyorlar. Bir noktadan sonra onlar için asıl sorun, toplum dışı kalmak ile toplumun bir parçası olmak arasında düğümleniyor.
İlk 30 dakikasını büyük bir ilgiyle seyrettiğim ‘Kemikler ve Her Şey’, özellikle ikinci bölümünden itibaren model aldığı önceki filmlere çok fazla bir şey ekleyemiyor. Ele aldığı meselelere yeni bir bakış açısı getiremiyor. Hikâye örgüsünün de belirli bir noktadan sonra bana ilgi çekici gelmediğini söyleyebilirim.
Ayrıca, Maren ve Lee’nin vicdanlarını çok rahatsız eden ve ilişkilerini krize sürükleyen olay da çok inandırıcı durmuyor. Belli ki o olayı bir ‘gençlik yanılgısı’ gibi görmemiz gerekiyor ama Lee, onu tanıdığımız ilk sahnede ‘avını nasıl seçeceğini bilen’ tecrübeli, vicdanlı biri olarak giriyor filme. Özetle, Lee gibi birinin panayırda dolaşırken yaptığı gözlemlerin ardından öyle bir ‘av’da karar kılacağına pek ikna olamadım.
Sully karakterinin finaldeki konumu için de aynısını söyleyebilirim. Önceki sahnelerde Sully, saplantılı sevgi arayışıyla yeterince karanlık ve çok yalnız bir karakter. Maren’in gelecekte onun gibi olmaktan korktuğu kesin. Buna karşılık, toplum içinde dikkat çekmeden nasıl yaşayacağını bilmesi itibarıyla Sully’nin çok sakınımlı ve kontrollü bir yanı da var. Fakat aniden dönüşüyor. Aslına bakarsanız, beni asıl rahatsız eden bu dönüşümden ziyade hikâyenin sapkın bir ‘kötü adam’a ihtiyaç duyuyor olması.
Bunlara karşılık, beğendiğim çok şey oldu. Mesela, hikâyenin nereye doğru gideceğini kestiremediğim ilk bölümde, Maren’in geceleyin babasından gizli olarak gittiği kızlar partisinde olup bitenleri herhalde bir daha aklımdan çıkarmam mümkün değil. Libido sandığımız arzunun çok başka ve öngörülemez bir itkiye dönüştüğü o an, bence şimdiden ‘kendi kategorisinde’ sinema tarihinin unutulmaz sahnelerinden biri olmaya aday. Uzun süredir hiçbir film sahnesinin beni bu kadar ürperttiğini anımsamıyorum.
Guadagnino’nun yönetmen olarak yaptığı estetik tercihleri de sevdim. Bu, onun ABD’de çektiği ilk film ve büyük bölümü ‘derin Amerika’da’ geçen bir yol filmi olarak şüphesiz manzaralarıyla öne çıkıyor. 2.35:1 gibi geniş perde ölçüsü yerine 1.85:1 tercihini sevdim. Güzel manzaralar eşliğinde, çok şık ve epik bir Amerika kırsalı istemediği en baştan belli. Bunun yerine Alman yönetmen Wim Wenders’in ABD’de çektiği ‘Paris Texas’ta (1984) olduğu gibi mütevazı ve gerçekçi bir Amerika tasviri, bir Avrupalı bakışı var. İç mekânlar için de aynısı geçerli. Her şeyi şık ve güzel hale getirmeye çalışan anaakım yaklaşımından uzak bir tavır bu.
Buna karşılık, görüntü yönetmeni Arseni Khachaturan ile sıcak renklerde, ferah ve aydınlık kompozisyonlarda karar kılmışlar. Birkaç sahne hariç karanlıktan ve soğuk renk paletinden uzak duruyorlar. Belki de bu nedenle, kan ve şiddet daha etkili oluyor.
Guadagnino, Maren ve Lee’nin toplumun parçası olma, Amerikan rüyasını yakalama hayallerinin yıkıldığı noktayı evin içindeki o sabit çerçeveler eşliğinde, hüzün duygusuyla anlatıyor. Evsiz yaşadıkları dönemde yaşadıkları özgürlük hissini de vurguluyor. Açık alanlarda, doğada geçen sahnelerde ‘Badlands’ geldi aklıma. Terence Malick’in iki genç ve âşık kaçağı anlattığı o filmde, karakterler uygarlıktan kaçıp insansız kırsal Amerika’ya sığınırlar. Burada da Maren ve Lee’yi ufuk çizgisine kadar uzanan düzlüklerde görüyoruz.
Timothée Chalamet, Lee rolünde sorunsuz bir performans gösteriyor ama oyunculuk anlamında önceki filmlerine yeni bir şey eklediğini söyleyemem. Maren’i oynayan Taylor Russell’ı seyrederken ise ‘bir yıldız doğuyor’ diye düşünmeden edemiyorsunuz. Russell, ilk sahnelerden itibaren karakteri çok iyi yakalıyor. Üstünde bir yıldız havası var. Usta oyuncu Mark Rylance ise eksantrik ve tuhaf Sully’de adeta şov yapıyor. Kesinlikle ‘fazla’ oynuyor’ diyemem ama karakterin kendisinin bana biraz ‘fazla’ abartılı geldiğini söyleyebilirim.
‘Texas Chainsaw Massacre’ gibi bir dehşet filminden çıkıp gelmiş gibi duran Michael Stuhlbarg’ın Jake yorumuyla iz bıraktığını eklemeliyim. Filmin kayda değer yanlarından biri, Sully ile Jake gibi iki antipatik karakterin, tehdit edici ve itici yanlarına rağmen bazen bilge insanlar gibi konuşmaları galiba…
Venedik Film Festivali’nde yönetmenine Gümüş Aslan kazandıran ‘Kemikler ve Her Şey’in sinemaseverlerin ilgisini hak ettiğini düşünüyorum. Ama romantik gençlik filmi niyetine gidenlerin biraz şaşıracağını belirtelim. Sonuçta, çok kanlı bir film. Belli ki karar en baştan verilmiş ve Guadagnino bazı sahnelerde korku türünün kanlı örneklerini aratmayan çekimlere imza atmış.
6.5/10