'Babil': Nostalji ve dekadans
‘Whiplash’ (2014) ve ‘La La Land’ (2016) ile tanıdığımız yönetmen Damien Chazelle, 80 milyon dolarlık gösterişli bir dönem filmiyle geliyor karşımıza. ‘Babil’ (Babylon) 1926 yılında Los Angeles’ta açılıyor ve sessiz dönemden sesli filmlere geçiş sürecinden insan manzaraları sunuyor.
Senaryoyu tek başına yazan Chazelle, çılgın bir Hollywood partisinde yolları kesişen karakterlerin film endüstrisinde yaşadıkları üzerinden kuruyor öyküsünü. Karakterler üzerinde öyle çok derinleşebilen bir film değil ‘Babil’. Buna karşılık, hikâye örgüsünden ziyade karakterlere odaklanan bir film seyrediyoruz. O yüzden hikâyeyi özetlemek yerine öne çıkan 3 ana karakterden söz etmek galiba daha mantıklı.
Film, kendisine Manny denmesini isteyen Manuel Torres (Diego Calva) ile başlıyor ve yine onunla bitiyor. Manny, bir Meksika göçmeni. Hollywood’a sıfırdan gelerek yükseliyor. Şans kadar hırs, motivasyon, zekâ ve inatla başarıyor… İlk bölümde ‘Büyük bir şeyin parçası olma’yı hedeflediğini ve o yüzden sinemacı olmak istediğini dile getiriyor. Chazelle’in, Manny’yi filmin geçtiği dönemde Hollywood’da çalışan Latin kökenli kişilerden, özellikle de Küba göçmeni René Cardona’dan esinlenerek yazdığını belirtelim. Manny’nin tüm filme damgasını vuran bir başka güçlü arzusu ise Nellie LaRoy’a (Margot Robbie) duyduğu aşk…
Sessiz dönemin kendine özgü starlarından, ‘edepsiz kız’ imajıyla tanınan Clara Bow’dan esinlenilerek yazılan Nellie, Manny gibi sıfırdan, hatta daha aşağıdan geliyor. Yönetmen ona çekimlerde nasıl bu kadar kolay ağlayabildiğini sorduğunda ‘Evi düşünmem yetiyor’ diye yanıt veriyor. Eline geçen şansı kullanarak Hollywood’da çok hızlı bir yükseliş yaşıyor Nellie… Davetli olmadığı çılgın partiye kabul ederek ona Hollywood yolunu açan kişi ise Manny…
Manny ve Nellie’nin aksine Hollywood starı Jack Conrad’ı (Brad Pitt) zirvedeyken tanıyoruz. Başlangıçta, sette alkol kullanımı ve peş peşe evlendiği eşlerine sadık kalamamak dışında sorunu olmayan, mesleğini çok seven, çevresindeki kimseye kötü davranmayan, iyi kalpli bir yıldız. Manny’yi yanında sete götürerek Hollywood’da iş bulmasını sağlayan da o…
Chazelle, bu üç karakterin yaşadıklarını film boyunca uzun paralel kurgu sekanslarıyla anlatıyor. Filmde Hollywood serüvenlerine tanık olduğumuz başka yan karakterler de var. İçlerinde özellikle ikisi öne çıkıyor. İlki caz müzisyeni trompetçi Sidney Palmer (Jovan Adepo)… Diğeri ise Hollywood’da oyunculuk dışında sessiz filmlerin ara yazılarıyla uğraşan Asya kökenli Lady Fay Zhu (Li Jun Li)… Palmer’ın Curtis Mosby ve Les Hite gibi caz müzisyenlerinden, diğerinin ise Anna May Wong’dan esinlenilerek filme dahil edildiğini not edelim.
Sessiz dönemin büyük yıldızlarından John Gilbert’ten esinlenen Jack Conrad’ın hikâyesi açıkçası çok tanıdık. Sesli filmlere geçmekte zorlanan büyük yıldızlardan biri Conrad… Chazelle’in Jack Conrad üzerinden Hollywood üzerine yeni bir şey söylediğini iddia etmek zor. ‘Babil’in asıl ilginç yanı, sadece sesli filmlere değil, Hollywood’un ‘Production Code’ olarak bilinen otosansür dönemine geçiş sürecini de anlatması… Ne var ki, Chazelle’in bu değişim sürecinin hakkını tam olarak verdiğini söylemek zor. Filmin bir noktasından sonra, bazı karakterler çıkıp Hollywood’da devrin artık değiştiğini söylüyorlar. Biz bu değişimi, daha çok Nellie’nin aniden gözden düşmesi üzerinden görüyoruz. Ama Chazelle, Hollywood’un neden daha muhafazakâr suların etkisi altına girdiğini anlatamıyor. Üstelik, kafa karıştırıcı bir şey yaparak, bu değişim sürecinde kendine hedef olarak sinemayı aşağılayan elit burjuvaları seçiyor. Ve onları da son derece sığ, basit ve karikatürize şekilde betimliyor. Manny’nin Nellie ve trompetçi Sidney Palmer’ı zengin elitlerden oluşan insanlara sunduğu sahne, bizim eski Yeşilçam melodramlarındaki ‘sosyete halka karşı’ sahnelerini hatırlatıyor. Nellie ve Palmer’ın neden o insanlara kendilerini kabul ettirmesi gerektiğini bile tam olarak anlayamıyoruz. Özetle, Chazelle din adamlarının da katkı verdiği, ırklar arası ilişkiler dahil filmlere adı konmayan birçok yasak getiren otosansür mekanizmasının ardındaki güçleri ve sosyal dinamikleri görmezlikten geliyor. Hollywood’u derinden etkileyen bu muhafazakarlaşma sürecini ‘entelektüel zengin elitler, halk sanatı sinemaya karşı’ gibi bir noktadan okuyor. Sesin gelişiyle, yazarların tiyatrocuların Hollywood üzerinde artan etkisini ve onun ardındaki nedenleri doğru şekilde ortaya koyamıyor.
Evet, sessiz dönemde 1920’li yıllarda Hollywood daha özgürlükçü bir yerdi. İnsanlar cinsel yönelimlerini sektör içinde özgürce yaşardı. Farklı etnik kökenlerden gelen oyuncu ve yıldızlara daha çok alan tanınırdı. Otosansür henüz uygulanmadığı için filmler cinsellik başta olmak üzere gerçek hayatı daha dolaysız şekilde yansıtırdı. Chazelle tüm bunları doğru şekilde gözlemliyor ama Hollywood’un neden daha tutucu bir yere dönüştüğü sorusuna açık yanıtlar veremiyor. Dolayısıyla, ‘Babil’, sinema tarihçilerinin ve Hollywood’un geçmişi hakkında bilgi sahibi olanların, olup bitenlerin arka planını ve neden - sonuç ilişkilerini daha iyi süzebileceği bir film. Hollywood’un tarihine hâkim olmayanlar içinse ne zaman ve nasıl başladığı belli olmayan, politik temelleri belirsiz kalan bir süreç var.
Chazelle, 1920’li yılların Hollywood’unu sadece daha hoşgörülü ve özgürlükçü bir yer olarak göstermiyor. Aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun son günlerini andıran bir ‘dekadans çağı’ olarak da tasvir ediyor. ‘Babil’in, çılgın Hollywood partisiyle değil; o partiye getirilen filin transportasyon öyküsüyle başlaması, çılgınlığın ve filme ruhunu veren aşırılığın en önemli göstergesi... O fili tepede partinin yapılacağı eve taşıyan insanların karın tokluğuna Mısır piramitleri için taş taşıyan işçilerden çok farkı yok aslında. Chazelle’in içkinin su gibi aktığı, uyuşturucunun nerdeyse açık büfede servis edildiği, orjinin normal karşılandığı partiden önce dikkatimizi file çekmesi kuşkusuz parlak buluş. Bir yanda masum fili istismar ederek eğlencelerine malzeme eden güruh var; diğer yanda o fili oraya getirmek için her tür zorluğa katlanan emekçiler.
Chazelle, partiden sonra ertesi gün sıradan bir Hollywood gününde set işçilerinin, figüranların ne sıkıntılar çektiğini de anlatmaktan geri durmuyor. İnsanların iş güvenliğinden uzak şekilde çalıştırılmalarını ve haklı olarak grev yapmak isteyen emekçilere nasıl davranıldığını görüyoruz. Paranın su gibi harcandığı partiler ile setlerdeki emek sömürüsü arasındaki kontrast, kuşkusuz etkileyici ve bence filmin sağlam yanlarından biri.
Ne var ki, ‘Babil’de, ‘Mank’ (2020), ‘Barton Fink’ (1991) ve ‘Hail, Caesar!’ (2016) gibi Hollywood üzerine çekilen bazı filmlerde gördüğümüz politik derinlik ve tarihsel bakış açısı yok. Bana sorarsanız, ‘Babil’ her şeyiyle aşırılıklarla dolu, gösterişli ve biraz kafası karışık bir film.
Sözgelimi, parti sahnesi ve peşinden gelen iş gününde olup bitenleri karşılaştırdığımızda, Hollywood’un iki yüzlüğünden tiksinmemek elde değil. Chazelle, belki tüm bu çirkinliği dengelemek ve ‘sinema aşkını kutsamak’ için hayli uzun bir paralel kurgu sekansı getiriyor karşımıza. Bu sahnede, ilk kez sete çıkan Nellie’nin doğal oyunculuğunu ve yeteneğini keşfediyor; Manny’nin son anda yetiştirdiği kamerayla günbatımında Jack Conrad’ın oynadığı romantik sahnenin çekimine tanık oluyoruz. Özetle, filmin ilk 40 dakikasında Chazelle nostalji ve dekadansın birbiriyle çeliştiği gürültülü, kaotik ve abartılı bir Hollywood sunuyor bize. Dekadansı her çeşit aşırılık üzerinden anlatırken, nostalji duygusunu ve sinema aşkını ille de işin içine dahil etmeye çalışmasını çok sevdiğimi söyleyemem.
Öte yandan, abartılı olsa da gerçekleri eğip büken bir film olmadığını altını çizmek isterim. Chazelle’in temel aldığı John Gilbert (Jack Conrad) ve Clara Bow’un (Nellie LaRoy), öyküleri bire bir anlatılmıyor belki; ama filmin belirli bir noktaya kadar gerçekleri temel aldığı kesin. Chazelle’in anlattığı dönemi iyi araştırdığı ve gerçeklerden yola çıktığı inkâr edilemez.
Evet, 1920’lerin ikinci yarısında Hollywood’da benzer derecede çılgın partiler veriliyor, set emekçileri aynı filmdeki gibi zor dönemlerden geçiyordu. İnsanlar tek filmle yıldız olabiliyor ve yine tek filmle gözden düşüyorlardı. Los Angeles filmdeki gibi şiddetin ve çetelerin kol gezdiği tekinsiz bir şehirdi. Sesli filme geçiş günlerinde setlerde benzer sorunlar yaşanıyor, sadece oyuncular değil yönetmenler ve teknisyenler yeni çalışma koşullarına adapte olmakta çok zorlanıyordu. Sesli dönemin başlamasıyla Sidney Palmer gibi bazı müzisyenler, yapımcılar tarafından bir süre baş tacı edilmiş ve çok iyi paralar kazanmışlardı. Evet, tüm bunlar olmuştu ve Elinor St. John (Jean Smart) gibi gazeteciler de vardı. Yeri gelmişken, Chazelle’in McCarthy dönemine kadar uzayan süreçte medyanın derin devlet ve derin Hollywood ile birlikte sinema endüstrisinin değişiminde oynadığı kritik rolü çok iyi anlatamadığını belirtelim.
Chazelle, daha sınırlı karakterle uğraştığı önceki filmlerinde ulaştığı psikolojik derinliğe ne yazık ki ‘Babil’de ulaşamıyor. Elindeki dramatik malzeme ve çoklu karakter yapısıyla baş edemediğini düşünüyorum. Buna karşılık, son derece etkileyici ve özenli bir prodüksiyon tasarımı; hepsi birbirinden iyi tasarlanıp kurgulanmış kalabalık ve kaotik sahnelerle çıkıyor karşımıza. Chazelle ve görüntü yönetmeni Linus Sandgren’in 35 mm ile çekip dijitale aktardıkları ‘Babil’, teknik olarak mükemmel. Ama kendi adıma biçimci yaklaşımdan çok keyif aldığımı söyleyemem. Başta, Nelly’nin ‘tatlı, uslu ve edepli kız’ olmaya isyan ettiği sahne olmak üzere bazı sahneler bana biraz zorlama geldiler. Geceleyin çölde yılanla dövüş ve Manny’nin Los Angeles yeraltı dünyasında yaşadığı serüven sahneleri için de çok farklı düşünmüyorum. Chazelle’in yönetmen olarak kendini çok fazla öne çıkardığı, biçimciliğin yorucu hale geldiği bir film bu…
Kuşkusuz, dönemin Hollywood’u üzerine çok etkili gözlemler de var. Sözgelimi, Manny’nin Hollywood’da tutunmak adına verdiği ödünler… Manny, özyıkım sürecini durduramayan Nellie’nin aksine endüstrinin nereye doğru gittiğini görüyor ve konumunu değiştiriyor. Kökenlerini inkâr ederek, yanlış olduğunu bildiği halde Hollywood’u etkisi altına alan ırkçılığa uyum sağlayarak ayakta durmak istiyor. Nellie ve trompetçi Sidney’i yeni döneme uygun imajlara kavuşturmak için elinden geleni yaparken, onların da kendi kökenlerine, kişiliklerine ve gerçek doğalarına ihanet etmelerini istiyor. Chazelle, geçiş döneminde sadece kendilerine ihanet etmeyen ve dayatmalar karşısında sınırlarını çizebilenlerin ayakta kalabildiğini ima ediyor.
Özetle, beğenmediğim bazı yanlarına rağmen yabana atılacak bir film değil ‘Babil’… Üç saati aşan uzun süresi, çoklu karakter yapısı ve biçimci anlatımıyla biraz yorucu olduğunu inkâr edemem. Ama Hollywood üzerine çekilen filmler arasında hep özel bir yeri olacağından şüphem yok. Ayrıca başta Margot Robbie, Diego Calva, Brad Pitt olmak üzere tüm oyuncuların çok iyi iş çıkardıklarını belirtelim. Finalde, Chazelle’in kolaj görüntülerle ‘Babil’i sinema sanatı ve Hollywood’un bugününe bağlaması da ilgiye değer ve deneysel bir çaba…
6.5/10