Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ne çok yayın izlemiş ne çok makale görmüştüm oysa…

        Demek ki anlamamış, dinlememişim…

        Okulda masanın altına girmemiz öğütlenmiş, tatbikatı bile yaptırılmıştı…

        Şimdi anlıyorum ki okul döneminde de daha fazlasını göstermediler; anlatılanları da ben dinlememişim.

        Karanlığın içine düşünce fark ettim tüm bunları…

        Kendime bir gerekçe yaratıp, “Benim dinleyeceğim gibi anlatmamışlar; yoksa kalmaz mı bir yerlerde” diye hayıflandım bir ara…

        Oysa canına yakınlaştıkça ölüm, her şeyi hatırlarmış insanoğlu…

        Bundan daha fazla ne zaman yaklaşacak ki, çaresizliğimin tam ortasında can havlim...

        YILDIZIN IŞIĞIYLA YÜKSELEN UĞULTU

        Nereden geldim buraya…

        Yaz tatilindeyim; ensesini karartıyorum oblomovluğumun…

        Odamda kütüphane ile yatağın arasında yere uzanmış, gecenin keyfini çıkarıyordum…

        Bedenime yüklenen sıcağı, gecenin serinleyen betonuna boşaltmakla meşgulüm…

        Bir anda gökyüzüne takıldı gözlerim; tepende duran pencereden görünen yıldızlar sanki birer flaş olmuş gecenin fotoğrafını çekiyor.

        Belki de ben öyle sandım.

        Büyük bir uğultu izledi onu, sanki ışığı önce gelmiş ardından sesi duyulmuştu.

        O denli ürkütücüydü ki…

        Odayı bir bütün halinde önce yukarı kaldırdı; sonra yine kütle halinde aşağı düşürmeye başladı.

        Kocaman oda yük asansörünün kabinine dönüşmüş hızla aşağı doğru iniyordu.

        Sanırım iki kat kadar düştü; sanki bir yere takılmış gibi bekledi…

        Bir başka uğultuyla bir kat yükselip, bu kez son sürat düşüşünü devam ettirdi.

        Ne kadar indim hesap edemedim.

        Yanımdaki duvar akordeon gibi kıvrılırken, tavan da üzerime doğru geldi; yatak başında bir kenarı takılı kaldı.

        Karşıdaki kolon çocuk ürpertisi gibi zıpladı, yerinden kopup bacağımın bulunduğu yöne devrildi.

        ÖNCE IŞIK YOK OLDU

        Sanki 360 derece sinema izliyordum.

        Yatağın bazası yakaladı yarı yolda düşen kolonu.

        Sonra da ışık yok oldu.

        Sağ tarafımda tam da ciğerimin oraya büyük bir şey batıyordu…

        Anladım ki kaç gece üzerine kuş gibi tüneyip kitap okuduğum koltuğun ahşap kulpu saplanmış sağ böğrüme…

        Nefes almaya çalışınca kaburgam batıyor.

        Ağrısı o derece ki soluğumu vazgeçiriyor.

        Aydınlığın son anlarında, kolon düşerken kapattığım gözlerimi ise açmaya korkuyorum…

        Emin değilim, belki de ruhum terk etti bedenimi, korkuyorum açmaya gözlerimi…

        SİYAHTAN DAHA KARA

        Bir cesaret kirpiklerimi oynatıyorum.

        Fark etmiyor, siyahtan çok daha kara ortama bakıyorum.

        Biraz sonra gözlerim alışır diye avunmaya çalışıyorum ama ne çare…

        Üzerime ılık bir şey damlıyor; düştüğü yerden sıçrayan parçaları dudak yanıma kadar ulaşıyor.

        Dilimin ucunu uzatıyorum; tadı biraz tuzlu.

        Bir başkasının kanı mı, yoksa kimyasal bir çözelti mi yanıma dökülen?

        Ya annem, babam, kardeşimin kanıysa…

        Bir ürperti sarıyor içimi...

        Elim serbest ama kıpırdatmıyorum…

        Kolum yatağın arasına sıkışmış; çekersem üzerime bir şeyleri boca edeceğim kaygısıyla uyuşmuş haliyle bırakıyorum.

        Karıncalar yürüyor her bir yanımda; insan bedeninin bütün uyuşması ne acı bir şeymiş…

        Tek duyduğum sessizlik…

        Sadece kalbimin çarpan sesini dinliyorum.

        “Nefesini düzenle, sakin ol… Haydi, kalk, uyanık kal” diye çırpınıyor.

        Derin nefes almanın mutluluğunu yaşıyorum…

        Doğduğum andan bu yana ciğerlerime çektiğim soluk, ne denli kıymetliymiş meğer…

        SESİM GELİYOR MU?

        Yangın çıkıyor üzerimdeki odada; bir şeylerin yandığını kokusundan ve dumanından anlıyorum.

        Bir peri gibi sarıyor her yanımı, genzimi yakıyor…

        Çok sürmüyor, dağılıp gidiyor.

        Deliriyor muyum yoksa…

        Her yer çok sessiz…

        Annem, babam, kardeşim aklıma geliyor.

        Onların yüzleriyle birlikte uyuyup kaldığımı anlıyorum; kaç saat geçmiştir acaba bilemiyorum.

        Birden uyanıyorum.

        Onların seslerini duyma arzusu ile bağırmaya başlıyorum; ne dediğimi ben de bilmiyorum.

        İlk hangisinden yardım istedim…

        Kurtar beni anne mi dedim; baba mı?

        Yoksa kardeşime mi el uzatıp beni çekip çıkarmasını istedim…

        Şu an bile anımsamıyorum.

        Dışarıdan yükselen sesler uyandırıyor…

        İçerideki karanlığı, dışarıdan gelen yüksek sesin yankısı dalgalandırıyor.

        “Sesim geliyor mu?” diye bağırıyor birisi…

        Yankı verir gibi ben de bağırıyorum biteviye…

        “Sesim geliyor mu? Buradayım… Odamdayım…”

        IŞIKLA DÖKÜLÜYOR KUM TANELERİ

        Bir hareket hissediyorum tepemde.

        Işıkla birlikte, küçük kum taneleri de dökülüyor açtığı delikten…

        Bir köpek patisine benziyor; ne benzemesi ta da kendisi.

        Köpekten ilk kez korkmuyorum, daha ilerisi ona çılgınlar gibi sarılmak istiyorum.

        Sanki niyetimi anlamış, kısa kısa aldığı soluk aralarında bakıp gülümsüyor; mutluluğunu paylaşıyor benimle…

        Işık vuruyor gözüme…

        Annemin bedeninin bütününden yükselen çığlığı, babamın yeri göğü inleten sevinci, kardeşimin bedeniyle zıplayan sesinin coşkusunu akıtıyor bedenime…

        “Buradayım… Buradayım…” diyorum kırmızı baretinin altındaki kara gözlerinden, çakmak çakmak sevinç fışkıran itfaiye erine…

        Buradayım, yaşıyorum…

        Not: Bu yazı, Gölcük, Yalova, Bingöl depremlerinde göçük altında kalıp kurtarılanların anlatılarından derlenmiştir…

        *

        Bu kez üzerine geldi…

        Sömestr tatili arası vermeden önce Meclis’e sunulmuştu.

        Komisyon aşamalarından da geçti.

        Şimdi Meclis gündemine gelecek.

        Sözünü ettiğim İmar Kanunu’nda değişiklik yapan düzenleme…

        Oysa bu gibi düzenlemeler daha çok depremin acısı geçtikten sonra Meclis’e gelir, acı unutulduğu için de o günün koşullarına uydurulup devam edilirdi.

        İlk kez depremin hemen ardından Meclis İmar Kanunu’nu ele alacak.

        Aslında getirilen düzenleme deprem riskini azaltmak için önemli değişiklikleri getiriyor.

        DENETÇİLERE CEZA GELİYOR

        Sanayi alanları hariç olmak üzere meri imar planlarında serbest olarak belirlenmiş yükseklikler konusunda yeni düzenleme yapıyor; yüksek bina yapımına sınırlama ve denetim getiriyor.

        İmara aykırı yapılar, belediyeler veya valilikler tarafından yıkılmazsa Çevre ve Şehircilik Bakanlığı eliyle yıktırılması hükmünü taşıyor.

        Deprem riskine karşı ileri tasarım yöntemleri ve teknolojileri gerektiren binaların projelerinin, Bakanlıkça çıkarılan yönetmelik çerçevesinde yeterli uzmanlığa haiz mühendisler eliyle yapılmasını da zorunlu kılıyor.

        Yani 40 katlı bina yapıp, depreme dayanma davranışı göstermeyen projeleri engelliyor.

        İnşaat sırasında yapı denetimini gerçekleştirmeyen gözetmenlere de ceza getiriyor.

        Ancak cezalar yine sınırlı kalıp, 500 ile bin lira arasında tutulmuştu.

        NE DEDİLERSE YAŞANDI

        Oysa öteden beri beklenen bunların ötesinde.

        Belki muhalif görürsünüz, belki tepkili bakarsınız, ancak bugüne kadar TMMOB ne dediyse sonrasında yaşandı.

        Bugün de TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan’ın yargı mücadelesine birçok kişi tepki gösteriyor.

        Ancak Elazığ da gösterdi ki sonunda dediği çıktı.

        Yapılmasını istediği de öyle atla deve değil…

        Deprem kuşağının bulunduğu yerlerde yapı envanterinin çıkarılıp, dijital bilgi sistemine konulması gerektiğini 5 yıldır söylüyor.

        Buna yönelik 2016 değişikliğinde hüküm konuldu, ama hiç uygulanmadı.

        Yapı denetiminin sivil toplum kuruluşu olan TMMOB tarafından gerçekleştirilmesi, olmazsa Bakanlığın da eleman tayin etmesi önerildi.

        Onun yerine elinden alınıp, özel şirketlere verildi.

        Bazı şirketlere de harita üzerinde fayın yerini değiştirip, bina yapılmasının önünü açınca Bakanlık çaresiz tekrar kendi denetimi de katıp, yarı kamusal hale çevirdi.

        Oysa kamu adına Bakanlığın istediği gibi denetleyecek sivil toplum meslek örgütü varken…

        VATANDAŞA BIRAKTI

        Elazığ’da yıkılan binaların denetimi bugüne kadar en az iki kez bitmesi gerekirken, hiç ilgi gösterilmediği gerçeğiyle yeni karşılaşıldı.

        Oysa nasıl ki binalara yangın merdiveni konulması uygulamasında başarı elde edildiyse bunda da edileceğine yönelik güçlü bir emsal varken, bilinmeyen nedenlerle denetimden kaçıldı.

        Daha ilerisi, Bakanlık ve belediyeler yapı yenileme kaydıyla, depreme dayanıklı olup olmadığının kararını vatandaşa bıraktı…

        Afet Yasası ile binalardaki denetimi hafifletti, Kentsel Dönüşümle de yeşil sahaların imara açılması sağlandı.

        Sonuçta uygun olmayan zeminlere, uygun olmayan binaların yapılmasını denetleyen de kalmadı.

        Arkadaşlarımın televizyondaki yayınlarında dinledim, Elazığ’daki binaların yıkılacağının bazıları tarafından önceden biliniyor olduğunu.

        Zaten binanın yüzüne bakınca, kendisi söylüyor yıkılacağını.

        İmar Kanunu’nda dilerim bütün bunlar görülür, bir sonuca varılır.

        BİR DE 40 KATLI OLSAYDI

        Yoksa Elazığ’da 5 katlı bina için 4 gündür süren göçük altındakini çıkarma mücadelesi, 40 katlı binada olanaksız hale gelir.

        Bırakın kurtarmayı, erken uyarı sistemi ile haber verir hale getirseniz dahi, o denli yüksek binada deprem yarı yolda yakalar.

        Dilerim İmar Kanunu değişikliği yaşananları sıcağı sıcağına görmeyi sağlar da uygulanabilir hükümlere bağlanır.

        Örnek mi yangın merdiveni; yangın merdivenini binaya yapmam diyebilen var mı?

        Demek oluyormuş…

        Diğer Yazılar