Bir bedava telefon, bir sızdırılan kaset
Dijital yayıncılıkta yeni yeni hamle yapmaya hazırlandıkları sırada Hürriyet’in eski patronlarına magazin eki Kelebek’i internette ayrı bir marka olarak pazarlamalarını önermiştim. Yanıtı kelimesi kelimesine aklımda: “O zaman Semerci’yi hiç tutamayız.”
Semerci dediği, Kelebek yazarı Cengiz Semercioğlu. “Tutamayız” lafından kastedilen de yıllardır köşesini ve gazeteyi kullanarak çıkar odaklarına yaranması, gazeteciliği kendisine fayda sağlayacak bir faaliyet olarak görmesi.
BASININ ÇÜRÜMÜŞLÜK TARİHİ
Hürriyet gibi bir gazetenin içinde ayrı bir imparatorluk kuran ve kendi şahsi çıkarlarına gazeteyi alet eden bu küçük iktidara o zamanki patronlar bile dokunamıyordu. Üstelik başka köşe yazarlarının, gazetenin kendi okur temsilcisinin yıllardır süren itiraz ve uyarılarına rağmen.
Türk basınının çürümüşlük tarihi Kelebek’in sayfalarından okunabilir. Şarkı sözü yazıp o uyduruk satırlarını satın alanları övgülere boğmak da bir Kelebek yazarının işi, kendisine yollanan bedava telefonu ballandıra ballandıra anlatmak da.
Bugünlerde yine tıpkı bedava yollanan bir telefon gibi bir çıkar alışverişi var. Telefonun yerine sızdırılan bir şantaj kaseti var. Telefon firmasının yerini de bir tarikat aldı. Telefonu gazeteciye gönderen şirket örtülü reklam amaçlıyordu, tarikatın da motivasyonu pek farklı değil. Kendi sanatçısını temize çekme derdindeler, ayrıca basın üzerindeki etkilerini de kanıtlıyorlar.
Yine tıpkı bedava telefonun ayyuka çıkmasının ardından alelacele faturalar uydurulması gibi, aynı Kelebek yazarı şimdi baş aktörlerinden biri olduğu bu çirkinlikten sıyrılmanın peşinde. Oysa inkarının şiddeti bile kendini ele veriyor.
Tanımasam, bilmesem belki Cengiz Semercioğlu’nun gerçekten araştırmacı gazetecilik yaptığına inanıp Mustafa Ceceli “skandalı”nı bir habercilik başarısı olarak değerlendirirdim. Güya mahkeme kayıtlarına bakmış da, ayrıntıyı yakalamış falan… Oysa hayatı boyunca hangi mahkeme kararından ne haberi çıkartmış ki, şimdi “habercilik” yapmış olsun?
Cengiz Semercioğlu’nun ve Kelebek’in tek başarısı, çeşitli etki odaklarına kendilerini teslim etmektir.
İLİŞKİLER AĞI ORTADA
Mustafa Ceceli’nin eski menajeri Hürriyet’in magazin müdürünün eski eşi… Basit bir aramayla sadece Kelebek’te bugüne kadar 502 adet Mustafa Ceceli haberi yayımlandığını görüyorum. Her ne kadar Banu Zorlu haberleri kadar olmasa da hemen hemen abartılı övgü.
Eski eşle aşk yaşadığı iddia edilen İntizar’ın sözleşmesini fesheden kayıt şirketinin sahibi Polat Yağcı da Kelebek’in sık konu ettiği isimlerden. Verdiği iftar yemeğinden lokanta açılışına kadar neredeyse her adımı haber oluyor. Cengiz Semercioğlu da sık sık köşesinden “Bak Polat…” diye ona birinci adıyla sesleniyor. Haber unsuru ve gazeteci arasındaki bu içiçe geçmiş mesafesiz ilişki “Mustafa Ceceli bana çoktandır küs,” savunmasında da kendini belli ediyor. Bir sanatçıyla bir gazeteci nasıl birbirlerine “küs” olacak kadar yakınlaşmış olabilir?
En son bıraktığımda Acun Ilıcalı nefret ediyordu Kelebek’çilerden, ama son aylarda barışıldığını köşelerdeki övgü yazılarından anlıyorum. Bir ara Kelebek’teki BKM övgülerini sayıyordum, özel bülten gibi çıkıyordu ek.
Özetle dün köşelerini bir telefon şirketine kiralayanlar, bugün de sızıntı kasetin emrinde gazetecilik yapıyorlar. “Yılın skandalı” aslında bir basın skandalıdır.
* * *
Bu inkarı bir yerden hatırlıyorum
Adnancılar ve FETÖ arasındaki ilişki ve yöntem benzerliği iki gruba çıkarları doğrultusunda bulaşıp iklim dönünce “Ay biz bilmiyorduk” diyenlerde de kendini belli ediyor.
Dün FETÖ iftarlarına, Türkçe olimpiyatlarına, yalan hoşgörü ödüllerine akın eden sanatçılar, FETÖ kanallarında program yapanlar gibi Adnancılar’ın organizasyonuna bulaşanlar da az değil. Yakın tarihte Adnancı iftarına katılanlar “Biz onların ne olduğunu bilmiyorduk” diye kendilerini savunuyorlar.
Tabii inanan olursa.
Türkiye’nin başındaki Adnan Hoca problemi birkaç yıllık değil ki. Ta 80’li yıllarda gazete manşetlerine konu olurdu Adnan Hoca. Kurduğu seks ve saadet zinciriyle epey tartışılırdı. O zaman da tıpkı bugün olduğu gibi grotesk, tıpkı şarkıcı Prince gibi kasten muğlak bırakılmış bir cinsel kimliğe sahip gibi görünürdü Oktar.
Etrafında taşıdığı, pahalı kıyafetler giyen jöleli genç oğlanlar kimbilir kaç televizyon programına konu olmuş, tartışılmıştı.
NASIL HATIRLAMAZLAR?
Benim çocukken beynime işlenmiş bu kirli figürü o yıllarda sahnede olan sanatçılar nasıl bilmez? Elbette işlerine gelmediği içi böyle diyorlar. Tıpkı “Biz örgütün gerçek yüzünü 15 Temmuz’dan sonra gördük” diyen darbeciler gibi.
Yarın öbür gün benzer bir tavrı Ahmet Hulusi’ye yönelik de görebiliriz, şimdiden söyleyeyim. Öyledir demiyorum, ya da bir şey bildiğimden de değil. Ama gün gelir “üstadın” da sanıldığı gibi bir barış-hoşgörü insanı olmadığı, başka bir amaç peşinde koştuğu ortaya çıkarsa, inkar korosunun başını Mustafa Ceceli çeker.
Peki ya Hulusi’nin sözlerine itibar eden köşe yazarları? Onları atasözü gibi tweet’leyen gazeteciler? Onlar bu geçmişi nasıl siler?
Ne olacak, hiç kimse hiçbir şey olmamış gibi davranır. Dün FETÖ’den “filozof” yaratanların hiç sesi çıkıyor mu?