Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Fatih Altaylı, önceki günkü yazım üzerine soruyor: Ne yani hepimiz kendi mahallelerimizde oturalım ve hiç dışarıya çıkmayalım mı..? Hayatımın büyük bölümünü İstanbul’da geçirdim, hala yolunu bilmediğim, hiçbir zaman işim düşmediği için gitmediğim mahalleleri var. O yüzden sorusuna kısa yanıtım “Zaten öyle yaşamıyoruz mu” olacak.

        Zaman zaman gazetelere haber de olur; Türkiye’nin bazı şehirlerinde içki yasakken sahillerde hayat aynen devam eder. Üstelik Türkiye eyalet sistemiyle yönetilmese, yerel yönetimlerin fazla söz hakkı olmasa bile İzmir’deki hayatla Rize’deki yılın 12 ayı birbirinden farklıdır.

        Bu ayrışma bir devlet politikası değil belki; kasıtlı da olmayabilir. Ama otoritenin göz yumduğu, izin verdiği de yadsınamaz. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi ülkelerde ise bu ayrışma hem kültürel, hem siyasi açıdan resmi bir politika ve çok da baş ağrıtmadan yıllardır uygulanıyor. İslami yönetim var, ama otellerde de içki içiliyor.

        Kendilerince melez bir formül bulmuş kimi Ortadoğu ülkelerinin bizden farkları zengin olmaları kuşkusuz. Batılı için de toplumun görünür duvarlarla bölünmüşlüğü fark etmiyor, bu gibi ülkelerdeki anti-demokratik uygulamalar bir Türkiye’ye kıyasla gündeme gelmiyor. Amiyane tabirle söylersek, herkes parasına bakıyor.

        Fatih Altaylı’ya uzun yanıtım ise yeni hükümet sistemiyle birlikte, İkinci Dünya Savaşı öncesine dair belirtiler gösteren dünyanın değişen dinamiklerini de hesaba katarak Türkiye’nin gideceği yönle alakalı.

        YÜKSEK KAPASİTE DÜŞÜK DEMOKRASİ

        Charles Tilly, “Demokrasi” kitabında ülkeleri sundukları demokrasi ve devletin fonksiyonlarına dayanarak dört kategoriye ayırıyor: Norveç ve Japonya gibi yüksek kapasiteli tam demokratik ülkeler, Belçika ve Jamaika gibi düşük kapasiteli ama tam demokratik ülkeler, Kazakistan ve İran gibi yüksek kapasiteli ama demokratik olmayan ülkeler, bir de Somali ve Kongo gibi hem demokratik olmayıp hem de düşük kapasiteli olanlar.

        Bir devlet üzerine düşen görevlerin (sağlık, belediye, eğitim vs.) tamamını yerine getirdiği halde yurttaşlarına demokrasi vaat etmeyebilir. Kimi ülkelerde ise devletin bırakın hizmet vermeyi herhangi bir fonksiyonu bile yok. Tilly, bu gibi ülkelerde hükümet değişse de sonucun aynı kalacağını söylüyor. Hem devlet hizmetleri, hem ekonomik üretim ve gelişim, hem de demokrasi sunan birinci dünya ülkeleri ise ulaşılmak istenen mertebe.

        Türkiye hiçbir zaman bir İskandinav demokrasisi olmasa da her zaman yüksek kapasiteli bir devlet oldu; darbelerle ülke yönetimine müdahale edilse bile devlet hiçbir zaman fonksiyonunu yitirmedi, işlevini yerine getirdi. Tilly’nin Freedom House’tan uyarladığı kriterlere göre seçimler yapıldı, hükümetler değişti, değişen hükümetlerin politikaya etkileri oldu.

        2002-2007 yıllarında ise Türkiye hem yüksek kapasiteli, hem de demokratik bir ülke olma yolunda hızla ilerliyordu. FETÖ’nün kumpasları, sonradan rejime yönelik tehditler ve uzun uzadıya tartışacağımız başka sebeplerden dolayı bu yoldan sapıldı.

        Şimdi merak ettiğim soru, eski rejimin hantal yapısının ürettiği aksaklıkları gidereceği vaat edilen yeni rejimde Türkiye yine yüksek kapasiteli demokratik bir ülke hedefini koyacak mı? Doğrusu bu soru biraz da birinci dünya ülkelerinin gideceği yönle de alakalı. Demokratik faşizm ve sivil darbe tartışmaları yapılan ABD’de çökerse, böylesi bir ideal modelin dünyada da ayakta kalma şansı olmaz.

        Bu yüzden de “yaşam tarzına müdahale” ya da “laik-İslamcı çatışması” gibi bir önceki yüzyıla ait başlıkları bir yere bırakıp ekonomik kalkınmaya konsantre olunması ülkenin çıkarları açısından daha öncelikli durabilir.

        İSLAMİ REJİME KARŞI AHMET HAKAN MODELİ

        Kaldı ki, Türkiye’de İslamcılık (İslam değil) çoğunluk için siyasal değil, sınıfsal bir konu: Ahmet Hakan’ın geçmişini şimdi kim hatırlıyor? Hepimizden daha laik artık… Siyasal İslam’ın bu kadar kaygan bir zeminde oturduğunu bilen Abdurrahman Dilipak gibi dindarlığı tüccarlığa vurmamış bir ismin çoktandır kendi mahallesine yönelik isyanı da bu. Ertuğrul Özkök dalga geçerken, ileriyi gören Dilipak’ın asıl paniğini gözden kaçırıyor. “Küpe takan erkekler”den kastettiği kendi ideallerinin, kendi mahallesindeki yeni kuşak tarafından benimsenmeyeceği…

        Ancak kuvvetli, işleyen, ekonomisi güçlü bir Türkiye olursa demokrasi de elitlerin arzusu olmaktan çıkıp tabana yayılır. Ekonomik gelişimini tamamlamış, sınıf savaşlarının asgariye indiği ülkelerde demokrasi bir lüks değil, doğal bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Mesele, bunun ne kadar süreceği. Yetiştiğim sosyalist ideallerin tam zıttı olabilir; ama bazen pragmatizm gelip kapıya dayanıveriyor işte. Kısa dönemli bir demokrasi yaması yerine, uzun vadeli bir kalıcı çözüm için en azından bir süreliğine mini etekle (Gaultier erkeklere de etek giydirmişti) Fatih’e gitmesek çok mu şey kaybederiz?

        ***

        CHP insanı hiç yanıltmaz

        Kısa süre önce dedim ki, “Gürsel Tekin yine İstanbul belediye başkanı adayı olmak için kendini ortaya atacak…” Geçtiğimiz günlerde tam da beklediğim gibi klasik numarasını çeken Tekin aday adaylığını duyurdu.

        Devamında bir tahminim daha vardı: “Kadıköy belediyesinde kendisine bağlı birkaç parti meclisi üyesi verilmesi karşılığında da adaylığından vazgeçirilecek…”

        Şimdi filmin devamını bekliyorum… Bakalım, hangi belediye ve kaç üye… Yani kaç belediye ihalesi…

        Evet, CHP böyle küçük hesapların partisidir ve insanı hiç yanıltmaz.

        ***

        Provokasyonlara dikkat

        Laik hassasiyet Türkiye’nin kaşıması en kolay yaralarından biri. En ufak bir kıvılcımla toplumun bir kısmını galeyana getirmek mümkün. Sosyal medya çağında kimi sahte, kimi gerçek bu gibi infial girişimleri daha da kolaylaşıyor.

        Epey bir zamandır kendilerine Atatürkçü profil çizen sosyal medya hesaplarını takip ediyorum. Genellikle genç bir kadın, laik, kentli portresi çiziliyor ama bu hesapların hemen hepsi sahte. Çok ustaca kurgulanmış olsa da arada söylem ve yaklaşımdan kendilerini ele veriyorlar: FETÖ’cülerin arkalarına saklandıkları maskeler bunlar ve amaçları toplumdaki kutuplaşmayı daha da artırıp bir kesimi gaza getirmek.

        15 Temmuz’da Erdoğan düşmanlığından faydalanıp ordunun içindeki Atatürkçü subayları gaza getirmeye çalıştıkları gibi… Ama Türk ordusunun düşmediği bu FETÖ’cü tuzağa sosyal medya muhalifleri kolaylıkla düşüyor.

        Sık sık bu gibi sahte hesaplardan özellikle yaşam tarzına müdahale temalı paylaşımlar yayılıyor. O yüzden çoktandır “Eteğime müdahale ettiler” ya da “Öpüşürken saldırdılar” gibi sosyal medya infiallerine temkinli yaklaşıyorum. Bir kısmı hakikaten de doğru olabilir, ama birçoğu da kurgu. Üstelik Samanyolu dizileri kadar uyduruk kurgular. (Merak ediyorum, bu kurgular da o dizilerin senaryoları gibi kırık hocanın hayal gücünün mü ürünü?)

        GAZETECİLERE GÖREV

        Aslında bu aşamada en büyük görev gazetecilere düşüyor. İnfial yaratan bu haberlerin tık uğruna paylaşılmadan önce araştırılmaları, gerçek olup olmadıklarının bulunması, faillerin deşifre edilmesi gerekiyor. Eğer bir kadına etek giydiği için saldırıldıysa bu bir haberdir elbette. Eğer böyle bu bir senaryoysa, daha da büyük haber ama.

        Medya kuruluşları keşke bu provokasyon ihtimallerini araştıracak basın timleri oluşturup tweet’lerin peşine düşse, kim bilir neler çıkacak altından.

        Diğer Yazılar