Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Aslına bakarsanız bütün şartlar İzmir’in lehineydi. Laik hassasiyetler birçoklarını gidecek yeni bir yer arayışına sürüklemişti bir kere. Dahası, Çeşme-Alaçatı sayesinde İstanbullular'ın bile ayağı alışmıştı İzmir’e. Türkiye’de yaşanan büyük kültürel çatışmada İzmir pek çokları için Batılı idealleri temsil eden bir kaleye dönüşüyordu. Uğur Dündar bile İzmir’e taşındı hem.

        Böyle bir iklimde şehrin bir çekim merkezine dönüşmesi, yaratıcı beyinleri çekmesi, gelişip büyümesi ve İstanbul’la yarışması gerekirdi.

        Onun yerine, uzun zamandır şehri yöneten Aziz Kocaoğlu enerjisini hayvanat bahçesi yapmaya adadı. Hayvanları doğal tabiatlarından alıp insanlara şov malzemesi yapan ve dünyadaki örnekleri ya biçim değiştiren ya da kapanan bu konsepte yatırım yapılması bile CHP belediyeciliğinin gericiliğini, vizyonsuzluğunu gösteriyor. İnsanlara nefes aldıracak alanlar açmak yerine hayvanları kafese kapatan zihniyet.

        HİÇ KİMSE MEMNUN DEĞİL AMA SESİNİ ÇIKARMIYOR

        Yazlarımı çoğunlukla Çeşme’de geçiriyorum, İzmir’de yaşayan birçok tanıdığım var. Hemen herkesin ortak şikayeti İzmir’deki belediye hizmetlerinin yetersizliği. Toplanmayan çöpler, İstanbul’la yarışan trafik sorunu, kontrolden çıkan inşaatçılık gibi temel sorunları var kentin. Dahası, şehrin demografisi de giderek değiştiğinden ve yeni mahallelerle büyüdüğünden eskisi gibi “laik kale” olma özelliğini de kaybetti.

        Bir yanda yolsuzluk iddialarına bulaşmış, Çeşme’yi rezil eden ilçe belediye başkanı… Diğer yandan jestle İzmir’in başına kondurulmuş Aziz Kocaoğlu. Biri nalbur, diğeri beyaz eşya bayii ve nedense CHP bu isimleri aday göstermekte, seçmen de onlara oy vermekte hiçbir sakınca duymadı.

        Sebebi ne İzmirliler'in ne de siyasi partilerin şehrin geleceğini düşünmeleri. Ayrıca, Türkiye’de belediye seçimlerinin de siyasi bir rekabete dönüştüğü gerçeği var. Hizmete göre değil, siyasi duruşa göre oy veriliyor. CHP’nin İzmir’i elinde tutmasının orada yaşayanlar için simgesel bir değeri var.

        Fanatikleşen seçmen bu konuda ağzını açmıyor, şikayetlerini sineye çekiyor. Hatta CHP’li seçmenin birçoğu eleştirileri bastırmak istiyor. Çöp içinde oturmak istiyorlarsa bu onların tercihi. Ama uzun vadede siyasi kültüre büyük zarar verdiklerinin farkında değiller.

        Eski belediye başkanı Ahmet Piriştina hayatını kaybettikten sonra CHP’ye beyaz eşya bayii Kocaoğlu’nu önerdiler. Parti de çok sevilen başkanın mirasının oya döneceğini hesap ederek itiraz etmedi ve böylece İzmir’e üzerine çöktü. Birinci ağızdan biliyorum, Deniz Baykal kaç kere değiştirmek istedi onu ama bu riski alamadı. Bütün haddini bilmezler gibi Kocaoğlu da bir gün bile “Acaba ben bu işi yapabilir miyim” gibi tereddüt etmedi, istenmediği yerde de kalmaya devam etti.

        Şimdi, nihayet, epey gecikmeli de olsa gidiyor. Kemal Kılıçdaroğlu’na kalsa orada sonsuza kadar görev yapardı, ama pek çokları gibi yanlış ata oynayıp “Quantum Muharrem” yanılgısına düştüğü için çekilmek zorunda kaldı. “Geri dönmesi için araya girenler var” haberleri tıpkı Mustafa Sarıgül’ün Ahmet Hakan’a yazdırdığı övgü yazıları gibi sipariş.

        YENİ ADAY BİR UMUT DEĞİL

        Kocaoğlu’ndan kurtulmak parti için de, kent için de altın bir fırsat. Kaybedilen zaman yeni bir başkanla geri kazanılacak, İzmir hak ettiği gibi bir dünya şehri ve Türkiye için de ikinci bir merkez olacak mı peki?

        Elbette hayır. Büyük ihale hesapları ve eş-dost listelerinin elenmesi sonucu Kemal Kılıçdaroğlu bu şehre de tıpkı Ataşehir Belediye Başkanı gibi kendi emrinden çıkmayacak birini aday gösterecek. Tunç Soyer gibi Seferihisar’da farklılık yaratan adayların şansı yok, zira Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz.

        İzmirli seçmenin çoğu nasıl körü körüne CHP’ye oy veriyorsa belediye başkanını da tek sadakatinin genel başkana karşı olması tek belirleyici. Tam da bundan dolayı CHP’nin adayı kim olmuş ya da olmamış, hiç önemli değil.

        Belki bu seçimde değil, bu gidişle ileride bir gün, nüfus değiştiğinde, yeni seçmenler kendilerini CHP’ye oy vermeye zorunlu hissetmediğinde, çok da uzun olmayan bir süre içinde İzmir kalesi düşecek. Kendi beceriksizlikleri yüzünden.

        ***

        Cher büyük kötülük etti

        Beklenen oldu, Cher’in ABBA şarkılarını yeniden yorumladığı “Dancing Queen” albümünün tamamı geçenlerde yayınlandı. ABBA şarkıları zaten bir türlü insanın hafızasından çıkmıyor “Mamma Mia!” müzikali ve filmleri sayesinde hayatımızın sonuna kadar da çıkmayacak gibi görünüyor.

        Cher ve ABBA’nınki gecikmiş bir birliktelik gibi görünüyor aslında. Madonna’nın açtığı yoldan epey gecikmeli ilerleyerek klasikleri yorumlamış ve tabii ki hepsi çok güzel olmuş. Şarkılar güzel başta, nostaljisi belki müzikalitesinden daha ön planda ama olsun. Alaycı olmaya gerek yok, ABBA şarkılarını sevmek söz gelimi gizli gizli kapı arkasında Celine Dion dinlemek gibi utanılacak, saklanacak bir sır da değil.

        Ama keşke bu albüm hiç olmasaydı, diye düşünüyorum. Bir yandan da fonda tekrar tekrar çalıyor.

        En az 30 sene bu albüm çalınıp duracak. Gay kulüplerinden Mikonos’taki akşamüstü partilerine kadar kaçacak yer olmayacak. Bazen ev partilerinde, kimi zaman kulüplerin kapanışlarında, “The Voice” gibi yarışmalarda… ABBA’dan daha ne kadar para kazanılabilir, kültüre daha ne kadar yeniden üretim halinde sokulabilir diye düşünürken… Cher çok fena bir iş yaptı aslında.

        Kaçmak mümkün olmadığı için dinlemek en iyisi. Dinlerken dans etmek. “Gimme! Gimme! Gimme!” hala en iyisi bana kalırsa.

        ***

        Ölüm bizi değiştirebilir mi?

        Geçenlerde bir arkadaşımla ABD’nin eski başkan yardımcısı Joe Biden’ın yaşadığı zorlu hayattan sonra kendisini nasıl insanlığa adadığını konuşuyorduk. Eyyüb’ün Kitabı’nda anlatıldığı gibi bir insanın başına gelebilecek bütün zorluklarla yüzleşmiş, hayat hep Biden’ı sınamış. 1972’de eşi ve bir yaşındaki kızı trafik kazasında hayatını kaybediyor, 2015’te daha sonra 46 yaşındaki oğlu beyin kanserine yeniliyor.

        Bütün bu sınavlardan sonra Biden kendisini insanlara yardım etmeye adıyor, hayata tutunma biçimi siyasette doğruyu yapmaya çalışmak oluyor. 2020’de bu “iyi adam” başkan seçilmek için yeniden uğraşacak, ama kötülüğün galip geldiği dünyada karşılığı olacak mı merak ediyorum.

        Geçenlerde Engin Ardıç’ın Ercan Arıklı’nın ardından yazdığı o klasik yazıyı tekrar okudum Biden’ı düşünürken. Gerçekten duygusal bir yazı, bütün duygularını gizleyecek kadar nefretle yazılmış gibi görünse de.

        “İlk eşi aklını kaçırmış, iki çocuğuyla birlikte kendini ve evini de yakmış, Ercan o günden başlayarak ‘insanoğlunu’ defterinden silmiş, zengin ve yapayalnız bir ‘misanthrophe’ olarak yaşamaya koyulmuştu. Artık hiç kimseye saygısı ve sevgisi yoktu. Ne dostuna, ne işçisine, ne erkeğe, ne kadına.”

        Hayattaki trajediler insana iki seçenek sunuyor galiba: İnsanları sevmek ya da insanlara güvenini kaybetmek. Eski Ahit bütün kavgalara rağmen insanın iyi kavgayı sürdürmesini öğütlüyor. Ama hayatın zorlukları karşısında uyuşup kalmak, hiçbir tepki verememek, giderek soğumak da bir seçenek değil mi?

        Son zamanlarda kendi etrafımda ve ailemde arka arkaya beni sarsan ölümler oldu. Fark ettim ki, ölüme karşı giderek tepkisizleşiyorum. Şoklar üstüste gelmeye başlayınca şiddetini, etkisini kaybediyor sanki. Belki bu da bir savunma mekanizması. Ama en azından bu gibi durumlarda tepkilerin şahsi olduğunu, hiç kimseyi yadırgamamak gerektiğini öğrendim.

        Diğer Yazılar