İktidara yakın kulağı delik gazeteci nereye kayboldu?
Cemal Kaşıkçı olayında Türk basınının nasıl sınıfta kaldığını hiç tartışmayacak mıyız? Epey köşe yazarının alkışladığı iktidar stratejisi doğrultusunda Kaşıkçı cinayetiyle ilgili detaylar ağırlıklı olarak yabancı yayın organlarıyla paylaşıldı. Sızıntıların muhatabı yabancı gazeteciler de haberlerinde “Türk basınının güvenirliği olmadığı için haberler dış basına veriliyor” gibi ifadelere yer verdi.
Yeni Şafak ve Sabah’taki bir-iki istisna haber dışında Türk basınında konuyla ilgili yapılan bütün haberler dış kaynaklara dayandı. Biraz tuhaf bir durum değil mi? Son yıllarda ortaya çıkan ve tek özellikleri iktidara yakın durmak olan köşe yazarları bile yabancı gazetelerden haber alıyordu. Halbuki böyle yeni bir gazeteci sınıfı çıkmıştı ve Kaşıkçı olayı tam da kendilerini kanıtlamak için bulunmaz fırsattı.
SIZINTI PAZARLIĞI
Eskiden efsane Ankara gazetecileri de bir manşet patlattığında bu işin sırrı yıllar içinde kurulan dostluklara, güven ilişkisine ve kontrollü sızıntıya dayanırdı. Devletin bir belgeyi servis etmesi gerekmiyor haber yapılması için, usta gazeteci bazen bir sekreterden, olmadık bir kuruluştan da aldığı ipucunu takip ederek haber yapar.
Gerektiğinde iktidardaki isimlerle karşılıklı masaya oturup pazarlık da yapılabilir. New York Times da zaman içinde bunu yaptı, bazen devleti zor durumda bırakacak, güvenliğini tehdit edecek haberleri yayımlamayı erteledi.
Cemal Kaşıkçıİktidara bu kadar yakın olduğunu söyleyen gazeteciler Kaşıkçı sürecinde nasıl böyle bir anlaşmaya varamadı? Nasıl sızıntıların bir parça da olsun kendilerine yönlenmesini sağlayamadı?
İşin doğrusu artık Ankara’da iktidara yakın gazeteci yok. Saray ve hükümet basına tamamen kapanmış durumda. Zaten bu yüzden de Abdülkadir Selvi gibi tek fonksiyonları iktidardan haber almak olan gazeteciler de iki-üç günde bir Kemal Kılıçdaroğlu’yla telefonda konuşuyor ki yazı çıksın.
Dikkatli okuma yaparsanız bu iktidar gazetecilerin verdiği kulis haberlerinin hemen hiçbirinin tutmadığını, hep yanıldıklarını göreceksiniz. Bir gün oturup sadece Selvi’nin yanlış çıkan tahminlerinin dökümünü yapacağım.
Ahmet Hakan’ın “Cemaat’le AK Parti arasında kavga yok” ya da “Cemal Kaşıkçı aslında yaşıyor” tahminleri kadar olmasa da Ankara’da kendilerini iktidara yakın konumlandıran gazetecilerin yazıları çoğu zaman atmasyondan ibaret. Çünkü haber kaynaklarına erişimleri yok ve “kulis” dedikleri masabaşı tahmin.
Gezi ve 17-25 Aralık sürecinden sonra iktidar tam anlamıyla kendi içine kapandı. 15 Temmuz’dan sonra ise Saray herhangi bir sızıntının olmadığı kapalı bir kutuya döndü. Bu arada resmen Ankara gazeteciliği de bitti.
KAPILAR BASINA KAPALI
Obama döneminin Beyaz Saray’ını andırıyor bugün Ankara gazeteciliği. Başkan olduğu sürece basın toplantısı bile yapmayan Obama döneminde ABD’nin Freedom House sıralamasındaki yeri basın özgürlüğü açısından geriledi. Amerikan devletinin şeffaflık geleneğini kaldırdı Obama ama gazeteciler onu çok sevdiği için bu konuda üzerine gitmedi. O dönem Beyaz Saray muhabirliğinin bir prestiji kalmadı, Başkan da zaman zaman medya yöneticileri ve yazarlarla özel sohbetler ve toplantılarda hislerini paylaştı.
Donald Trump’la birlikte başkent gazeteciliği yeniden ivme kazandı. Çünkü Beyaz Saray tam anlamıyla kevgire döndü. Herkesin birbirinin altını oymaya, en yakınını arkadan bıçaklamaya çalıştığı bu ortamda gazetecilere gün doğdu. Beyaz Saray’ın içinden Trump’ı hedef alan imzasız köşe yazısı bile yayımlandı New York Times’da.
Erdoğan’ın danışmanlarından birinin Hürriyet’e Cumhurbaşkanı’nı suçlayan bir yazı yazdırdığını, bu ismin de hala bulunamadığını düşünebilir musunuz? Aksine Erdoğan kaç kere kimi gazetecileri kastederek “Benim gıyabımda konuşmayın” diye uyardı ve kimilerine haddini bildirdi.
Kaşıkçı olayından basın adına tek bir şey öğrendiysek o da bildiğimizin sağlaması oldu. “Bu iktidar benden sorulur” diyenlerin iktidar nezdinde pek önemi yok işte. Kuşkusuz, bütün devletler böylesi krizlerde kendi medya stratejisini belirler. Ama ilk kez Türk hükümetinin kendi ülke basınını görmezden geldiğine tanık oluyoruz. İktidar belli ki kendisine yakın gazetecileri bile inandırıcı, ikna edici bulmuyor. Bu durum da ister istemez kendilerini “Ankara’nın bir bileni” olarak pazarlayan gazetecilerin balonunu söndürdü.
***
20 yıl sonra bile hala zevkle izleniyor
Texas merkezli bir sinema salonu zinciri olan Alamo Drafthouse'da hem yeniyor, hem içiliyor hem de film izleniyor. Alamo özellikle film esnasında telefonuyla oynayanlar ya da konuşanlar konusunda epey hassas, ilk uyarıdan sonra atılıyorsunuz. Yıllar önce sinemada telefonunu kontrol eden Madonna ömür boyu Alamo’dan yasaklandı mesela.
Katı kurallarını duyurmak için özel video’lar hazırlanıyor. Mesela “Jurassic Park”tan önce Alamo için çekilen kısa anonsta Jeff Goldblum çıkıp izleyiciye telefonla konuşmaları halinde dinozorları salacağını bildiriyor.
Zaman zaman da eski filmlerden küçük sahneler gösteriliyor. Önceki gün Alamo’da film izlerken “You’ve Got M@il” filminden sinema sahnesini gösterdiler. Üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen dönüp dönüp tekrar izlediğim bu romantik komedi klasiğini bu sahne üzerine yeniden izlemek istedim.
Film birçok açıdan eskimiş tabii… Köşedeki küçük kitapçıyı piyasadan silen kitapçı zincirlerinin kendileri ayakta kalmakta zorlanıyor mesela; etme bulma dünyası. Filmin ikinci yarısında Tom Hanks karakterinin internette bir başkasıymış gibi bir kadını kandırmasına “catfishing” deniyor ve tacizle eşdeğer sayılıyor artık. Tabii bir de hiçbirimiz internete telefon hattından bağlanıp o modem sesini duymuyoruz.
Filmin çekildiği yıllarda Brooklyn’e hala Sibirya muamelesi yapılıyor, Nora Ephron kendi yaşadığı Manhattan’ın Upper West Side bölgesini romantize etmeye çalışıyordu. O yıllarda New York’a gelenler film yüzünden kaç kere Cafe Lalo’ya gitmiştir kim bilir.
Geçen gün yeniden denk geldim “You’ve Got M@il”e ve izledim. Artık böyle romantik komediler yapılmıyor, zaten bu işin bir numaralı ismi Ephron da artık bu dünyada değil. Yakın zaman nostaljisi, anında mutluluk hapı gibi izlenebilir “You’ve Got M@il” tekrar tekrar. Zaten izlediğinize eminim, ama tam da 20. yıldönümünde 20. kez neden izlenmesin?
Not: Sinemada izlediğim film “Can You Ever Forgive Me?” ve bu senenin Oscar yarışında kendisinden konuşturacak.
***
Norveç’te Über yok mu?
Ertuğrul Özkök dün Oslo Havalimanı’ndan taksiye binip otele giderken yediği kazığı yazmış. Oslo hakikaten dünyanın en pahalı şehirlerinden biri. Yıllar önce iş için gittiğim Stockholm’den bir günlüğüne sırf görmeye gidecektim, SAS’tan 100 Euro’ya uçak bileti almıştım. Havalimanından şehre giden trenin 50 Euro olduğunu görünce vazgeçmiştim.
Özkök’ün yazısını okuyunca tek bir şeyi merak ettim: Neden Über çağırmadı da taksiye bindi?
Über gibi bir taşımacılık servisiyle gitseydi hem rotası hem alacağı ücret kayıt altında olur, hem de yediği kazığa rağmen ulaşacağı bir muhatap bulurdu. Kontrol ettim, Oslo Havalimanı’na çağırılıyormuş Über.
Özkök’ün seyahat tecrübesi bir kez daha taksicilerle dünyanın en medeni ülkelerinde bile muhatap olunmaması gerektiğini gösteriyor.