Yeni "House of Cards" Flash TV dizisi gibi olmuş
Yaklaşık sekiz saati “House of Cards”ın her saniyesi çöpe atılası son sezonuna harcayanların hayal kırıklığı ve öfkesine hazırlıklı olun. Çok daha verimli bir iş yapılabilirdi bu sürede, onun yerine Netflix’in altı sene önce bizi içine sürüklediği bataklıktan çıkmakla uğraştım. Sonunda da başladığımdan daha fazla soru işaretiyle kalktım.
İlk olarak da böyle bir çağda bu kadar uyduruk bir sezonun nasıl çekilebildiğini merak etmedim. Amatör sinema öğrencilerinin ilk senelerinde ev ödevi olarak teslim ettiklerine benzer bir senaryo layık görülmüş Amerika’nın ilk kurgusal kadın başkanının hikayesine. Ödev olarak teslim edilse geçer not almazdı gerçi.
KEŞKE RAHMETLİ DE BURADA OLSAYDI
#MeToo çağında kadının iktidarına gönderme yapan dizi feminizmin dozunu kendince artırmaya çalışıyor ama son sahnesine kadar “House of Cards”la özdeşleşen eski (ve erkek) başkan Fracis Underwood’un gölgesinden kurtulamıyor. Claire Underwood rolündeki Robin Wright bile bir ara “Francis’ten bahsetmekten sıkıldım” diyor, ama iş işten geçmiş. Zira sekiz bölüm boyunca hemen her karakterin iki cümlesinden biri ekranda görünmeyen, sesi dahi duyulmayan Frank Underwood hakkında. Dizi daha başından bu işin onsuz olmayacağını kabul etmiş, mağlubiyetle yola çıkmış.
“Kendisi öbür dünyada, fikirleri iktidarda”
Underwood’un görünmemesinin tek bir sebebi var tabii ki: Bu rolü oynayan Kevin Spacey hakkında biriken ve çoğu genç erkeklere yönelik taciz iddiaları. “House of Cards” aslında son sezonunu çekmeye başlamıştı, bu iddialarla sarsılana kadar; Spacey kovulduktan sonra apar topar yeni senaryo hazırlandı, dizinin de bu alelacele yapılan son sezonuyla veda edeceği açıklandı.
Acele ki ne acele ama… Keşke bir önceki sezonda bitseymiş, en azından rahmetliyi (hem karakteri hem de diziyi) iyi hatırlardık.
Gerçi ne bekliyordum ki? İlk bölümden beri estetik çıtası yüksek, iyi para harcanmış ama içerik olarak saçma bir diziydi “House of Cards.” Amerikan Başkanı dahil herkesin elinin kana buladığı, cinayet işlediği “Scandal” dizisinden farkı kendi kalitesizliğinin farkında değilmiş gibi gözükmesi, burnu havada, üstten bakan bir yapım olmasıydı. Karakterler sözlükten alınmış süslü kelimerle konuşuyordu o kadar. “Scandal”ın ise herhangi bir kalite kaygısı yoktu; ne kadar saçmalarsa o kadar ilginç olacağının farkındaydı. “House of Cards” ya saçmaladığının farkında değildi ya da saçmaladığını gizlediğini düşünerek izleyiciyi aptal yerine koyuyordu.
TAHMİN ETMEK KOLAY
Son sezonda motivasyonlarının tam olarak ne olduğu belli olmayan karakterler üzerinden ucuz merak unsurları yaratarak hikaye ilerlemeye çalışıyor. Amerikan siyasetinde çok etkili ve Beyaz Saray’a yön vermeye çalışan Koch kardeşlerinin bir yansıması Claire Underwood yönetimini ele geçiren bir abla-kardeş. Başkan’ın güvenecek kimsesi olmadığı için yardımcısı dahi bu kardeşlerin avucunun içinde. Her türlü çürümenin içinde seks de olması gerektiğinden böyle lüzumsuz bir yan konu da var.
Seks demişken, dizi boyunca aralarında “karı-koca ilişkisi” olmayan, Frank’in erkek korumasıyla kırıştırmayı tercih ettiği, Underwood çiftinin çoktan yatak odasını ayırdığını hatırlatırım. Aynı Frank Underwood’un hayattayken elini sürmediği eşi Claire’i mezardan nasıl hamile bıraktığı ise belki İncil’le açılacak bir mucize olabilir.
Dizinin en büyük çaresizliği ise ne olacağının daha ilk dakikalardan anlaşılması. İzlerken “Kesin bu adam kötü çıkacak,” gibi tahminlerin hemen tutması kaçınılmaz. Ama hemen hiç kimsenin tahmin etmeyeceği herhalde bu kalibrede bir dizinin içine düştüğü çıkmazdan en çocuksu yöntemle kurtulmaya çalışması: Sorun çıkaran karakter bir-iki bölüm içinde hemen ortadan kaldırılıyor. Bu kadar ceset “Scandal” gibi bir çöp tenekesine bile fazla.
Frank Underwood’un ölümünün “House of Cards”ın sonu olacağı belliydi, ama ana karakter gibi dizinin de böyle can çekişmeden ortadan kaybolacağını kim düşünebilirdi?
Allah rahmet eylesin.
***
Bu filmi izlemek Freddie Mercury’nin anısına hakaret
Kimsenin pek duymak istemediğini söyleyeyim: Queen öyle büyük bir rock grubu değildi. Solist Freddie Mercury’nin sesi olmasa ve 45 yaşında ölmese bugünkü gibi bir efsane olarak anılmazdı. Mercury yaşasaydı Queen’le büyük ihtimalle dalga geçilirdi.
Adeta ABBA gibi eğlenceli ama derinliği olmayan şarkılarıyla bilinen gruba “Bohemin Rhapsody” gibi bir film de çok uygun. New York Times’dan A. O. Scott’ın yazdığı gibi en az “Bohemian Rhapsody” şarkısı kadar saçmasapan film de.
Gerçek bir Freddie Mercury hikayesi değil, yalapşap yapılmış ve tarihsel doğruluğu da tartışmalı. Grubun asıl amacı bir Queen fimi yapmakmış; filmin tam ortasında Mercury’nin ölüp Queen’in nasıl bugünlere geldiğinin hikayesi. Bu saçmalığı kimse izlemeyeceği için de ortaya “Bohemian Rhapsody” ucubesi çıkmış.
Bu saçmalığın en büyük ayıbı Mercury’nin mirasına karşı. Cinsel yönelimini ele alış biçimi, AIDS’le Live Aid konseri arasında kurduğu bağlantı falan akıl kaçırtıcı. Hatta homofobik bile denebilir. Eşcinselliğe yaklaşımı Ferzan Özpetek’in ilk dönem filmleri gibi, adeta bir “süreç” ya da “geçici” görülüyor. Zeki Müren hakkında bir filmin, Paşa’nın birlikte olduğu 1000 kadın hakkında olduğunu düşünün.
Freddie Mercury'yi Rami Malek canlandırıyor.
En ayıbı da filmin büyük tarihi çarpıtması. AIDS teşhisi konduktan sonra hastalığının intikamını almak için Live Aid’de ortalığı inletmiş Mercury güya. Oysa konser 1985’t, teşhis 1987’de.
Sonradan Freddie Mercury olarak kendini icat eden Zanzibar doğumlu Farslı-Hintli bir ailenin oğlu Farrouk Bulsara’nın anlatılacak bir hikayesi var kuşkusuz, ama o film “Bohemian Rhapsody” değil. Zaten 10 yıldır sürünen projede başrol oynaması beklenen Sacha Baron Cohen’in ilgisini de bol çıplaklık ve seksin olduğu, karanlık odalarda ve batakhane kulüpte geçen, Mercury’nin aşırılıklarını yansıtan bir film projesi çekmiş önceden. Bir ara filmi yöneteceği söylenen Stephen Frears’ı da heyecanlandıran Faruk Bey’in kamuoyundan gizlediği hayatıymış.
O film hiçbir zaman yapılmadı, yapılmayacak da… Çünkü grup üyeleri şarkıların haklarına sahip olduğundan yapımcıları da istedikleri gibi yönlendiriyor.
Onun yerine elimizde Rami Malek’in Queen’in Live Aid’deki performansını birebir canlandırdığı o sahne var. İyi de YouTube’da bile kolayca bulunacak bu sahne için sinemaya gidilir mi?
Gitmeyin diye yazıyorum zaten. Hatta YouTube’a girip aramakla uğraşmayın diye de video’yu paylaşıyorum.