En sevdiğim şehir olabilir
Hayatımın bir dönemini şehirden şehre gezerek geçirdim, hatta bir yaz kendi evimde sadece birkaç gün kaldım. Bitmek bilmez bir merak ve öğrenme açlığıyla görebildiğim kadar çok yabancı şehre gitmeye çalıştım. Avrupa’da iç hat uçuşu yapan ucuz hava yollarından son dakikada yapılan otel rezervasyonlarına kadar bir seyahat acentesi kadar uzmanlaştım.
Bir süre sonra şehirler birbirine benzemeye, anılar karışmaya, yeni şehirler şaşırtmamaya başladı. Trafiğe kapalı meydanlar, müzeler, birbirine benzeyen kafeler, lokantalar iç içe geçmeye başladı, bulanıklaştı. Özellikle Avrupa şehirleri özelliğini keşfetmeye başladı. İkisini de çok sevdim ama Viyana ve Prag’ı da görmek gerekir miydi mesela… Cenevre’ye bir insan neden gider, Portekiz çok lazım mıydı gibi sorular belirlemeye başladı kafamda. Giderek yeni şehir görmek bir skor tutmaya dönüştü, yeni yerler keşfetmekten haz almamaya başladım.
Çoktandır aynı yerlere gidiyorum. Hatta yılın hangi döneminde hangi şehirlerde olacağım bile belli aşağı yukarı.
Bilindik şehirlere gitmenin insanı dinlendiren bir tarafı var. Keşfetme yarışına dalmaya gerek yok, hayal kırıklığı faktörü de ortadan kalkıyor. Bildiğim şehirlerde tutturduğum bir rutin var, belli aralıklarla onu takip ediyorum.
O yüzden geçen hafta kendi adıma önemli bir şey yaptım, alışkanlıklarımı bozan bir adım atıp yeni bir şehir keşfetmeye karar verdim. Önce arka arkaya uzaktan tanıdıkların gitmeye başladığını duydum, daha sonra ABD’deki yakın arkadaşlarım birkaç günlük seyahatler için tercih etti. Kısa sürede sosyal medyada arka arkaya buraya giden insanlardan fotoğraflar görmeye başladım. Şehir adeta çağırıyordu.
Birkaç gündür kısaltması CDMX olan Meksiko’dayım. Ve daha geldiğim andan itibaren de hayran kaldım bu şehre. En sevdiğim şehir burası olabilir yakında.
Elimde yeteri kadar istatistik yok, sadece kendi yakın çevremden değil, dergilerde de çok sık CDMX hakkında yazılar görüyorum. Dünyanın en iyi 50 restoranı listesinde 11. ve 13. sırada CDMX lokantaları var. “Spectre” filminin başlangıç sahnesi bu şehirdeydi. Netflix’teki birçok yemek programında CDMX’e olmazsa olmaz bir durak olarak uğranıyor. “Ugly Delicious”ın taco bölümünü izlemek şart. Ayrıca bütün dünyada bir mezcal patlaması yaşanıyor; bu füme içki henüz Türkiye’de yaygınlaşmadı ama eli kulağındadır.
“Roma” filmi de CDMX’in şöhretini epey arttırdı elbette. Zaten uçaktan iner inmez arabayla Roma mahallesinden geçerken şoföre filmi soruyorum, evin iki sokak ötede olduğunu söylüyor. Uğruyoruz, daha kaldırıma ayak bastığım anda kapı açılıyor, yaşlı bir kadın elinde bir şapka ve bardakla karşıma dikiliyor. Ev sahibi zaten filmin burada çekildiğine dair bir pirinç plaka asmış duvara, gelen turistlere hediyelik eşya satarak kremasını yiyor filmin.
Burada daha geldiğim gün bir derginin arka kapağında Türk Hava Yolları’nın ilanını gördüm; direkt uçuşlar başlıyor. Sadece turizm alanında değil, siyaseten de Türkiye yakınlaşıyor Meksika’ya. Yakın zamanda Dışişleri Bakanı, önümüzdeki sene de Cumhurbaşkanı’nın ziyaret etmesi bekleniyor.
Zengin Türkler zaten Tulum’u keşfetmişti, ama CDMX pek çoğumuzun zihninde kalabalık ve güvensiz bir kent olarak yer etmiş. Oysa her gelen hayran kalıyor. Daha gelip de memnun kalmayan bir kişiyle bile tanışmadım.
Çünkü şehir cıvıl cıvıl, muazzam bir enerjisi var.
Her işaret önümüzdeki sene CDMX’in en popüler turist rotalarından biri olacağını gösteriyor. Trend belirleyici olmak gibi bir misyonum yok, hatta geç bile kalmış sayılırım. Ama belki de tam zamanında geldim.
Bir terslik olmazsa CDMX notlarımı paylaşacağım bu hafta. Ayrıca bu şehir İstanbul’a da model olabilecek bir estetik gelişmişliğe sahip; zaten ruhu, bölünmüşlüğü, sınıf ayrımları da fazlasıyla andırıyor.
İlk intiba çok olumlu.
***
Türkler yazılı kültüre geçişi hala reddediyor
Matbaanın bu topraklara 100 yıl gecikmeli gelmesinin entelektüel gelişimimizi engellediğine dair epey tespit yapan olmuştur. İnternet’in yaygınlaşmasına sadece Türkiye’de değil başka ülkelerde de bu açığı kapatacak gözüyle bakılıyordu başlarda. Sonuçta bu teknoloji temelde okumaya dayalıydı.
Dahası, gündelik hayatta da yazıyla iletişim kurmak telefonda veya yüz yüze konuşmanın gerginliğini azaltıyordu. Bu yüzden mesela Yemeksepeti tuttu; telefonda bir sipariş için gereksiz bir konuşma yapıp dert anlatma sürecini ortadan kaldırıyordu. Kısa mesaj ve e-mail da yazıyla iletişimin direkt ve net oluşundan tuttu. Bugün telefonlarımızı en az telefonda konuşmak için kullanıyoruz.
Ancak Türkler yazıyı reddetmeye devam ediyor. SMS’in 140 karakterle sınırlandığı yıllarda “tmm cnm grsz” gibi kısaltmalar icat edildi, İngilizce yazışmadaki “hru wyd” kısaltmalarından farklı değildi. Bugün akıllı telefonların kelime tamamlama özelliği sayesinde bu kısaltmalar ortadan kalktı, yazışmalarda tam cümleler okumak mümkün.
Fakat son zamanlarda yazılı iletişim netliğine karşı özellikle Türkiye’de çok tutan sinir bozucu bir alışkanlık gözüme çarpıyor: Sesli mesajlar.
Birisi bir şey söyleyeceği zaman yazmaya üşeniyor, başlıyor mesaj kaydetmeye. Sonra bunları dinlememizi bekliyor. Oysa sesini duymak, konuşmak istesem arardım zaten. Bu gibi mesajların bazılarını günlerce dinlemiyorum, bu sefer “Çok önemli, dinle” diye bir mesaj geliyor. Bu benim protesto biçimim oysa.
Tıpkı gelen sesli mesajlara asla sesli mesajla yanıt vermediğim gibi. Yazılı mesaj telefonda konuşma derdinden beni kurtardığı için seviyordum, şimdi bu sesli mesaj olayı bende takıntılı bir nefrete dönüştü. Dahası, pratik de değil. Her dakika dinlemeye veya kaydetmeye elverişli ortamda olmuyorum.
Üstelik gönderilen o sesli mesajlar bir-iki cümleyle özetlenebilir, ama bu yönteme başvuranlar birkaç tuşa basmaya bile üşeniyor. Okumak da yazmak da zor geliyor anlaşılan.
Nasıl önüne geçeceğiz, gerçekten bilmiyorum. Ama bir veba gibi giderek yaygınlaşıyor bu sesli mesajlar. Keşke bu özellik ortadan kalksa diye aklımdan geçiyor. Tıpkı lüzumsuz WhatsApp grupları gibi, ama o ayrıca bir iç kusma seansının konusu.