Bu ne biçim hikaye böyle
Kötü ve karanlık bir yıldı, mutlu olmak için tek bir sebep bile yoktu. Akşam haberlerinde koalisyon pazarlıkları yapılıyor, hükümetler düşüyor, yenileri kuruluyor, bir yandan da sokaklarda makarna protestoları yapılıyordu. Neredeyse ortak şuurumuzu kaybetmiştik: İtalyan Lisesi’nde okuyan öğrencilere saldırılıyor, Türkiye’de lisansla üretilen TOFAŞ otomobilleri ve Pirelli lastikleri meydanlarda yakılıyor, bu sayede tepki gösterdiğimizi düşünüyorduk. İtalya “bebek katili” Abdullah Öcalan’ı yakalamış, başbakan Massimo D’Alema’ya soyadından türettiğimiz çok da yaratıcı olmayan bir kelimeyle hitap ediyorduk.
Laik-İslamcı çatışmasının altın yıllarıydı. Rövanşı defalarca alınacak ilk maçı şimdilik laik mahalle kazanmış, Refah Partisi kapatılmıştı. Öte yandan, PKK’yla mücadelede ciddi adımlar atılıyor, lider isimle yakalanmıştı. Buna rağmen terör herkesi vuruyordu: Mısır Çarşısı’ndaki patlama Türkiye’nin pek çok 11 Eylül’ünden sadece biriydi. İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal silahlı saldırıdan ağır yararlanarak kurtulmuştu.
“Karbeyazdır ölüm” şarkısıyla ünlenen Kerim Tekin ölmüştü o sene. “Sarışın güzel kadın” sözünün sahibi, siyasete romantizm getiren Yavuz Gökmen de.
Kral TV’de “Şehirlere bombalar yağardı her gece / Biz durmadan sevişirdik,” diyen Ahmet Kaya’nın linç edilmesine az kalmıştı.
TOPRAK BİLE AYAĞIMIZDAN KAYIYORDU
Yetmedi, doğa da bizim aleyhimizeydi. Adana-Ceyhan’daki deprem 1999’daki Marmara depreminin habercisi miydi?
Son bir-iki senedir kriz üzerine kriz yaşayan Türkiye’de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “Ayaklarımızın altındaki toprak sağlam değilmiş” deyişini unutamıyorum. Zaten hiçbir şeyimiz yolunda değildi, bir de ayağımızın altındaki toprak da kayıyordu.
Ama bir da yandan alışveriş merkezleri, içlerinde lüks sinemalar açılıyor, Beyoğlu’nda artık bir değil üç farklı cafe’ye gidebiliyoruz, hemen herkes yayınevi açmaktan, dergi çıkartmaktan, Radikal İki’ye yazı yazmaktan bahsediyordu. Gençlik isyan etmek için değil, eğlenmek için sokaktaydı. Önce İstiklal Caddesi’ni geri almıştık.
Bir kıpırdanma vardı aslında ama neredeyse görünmezdi, realitenin altına gömülmüştü.
Kendi yaşadığı ülkeyle tahayyül ettiği ülke arasındaki uçurumun büyüklüğünü reddeden üniversite öğrencisi bir gazeteci bu karmaşada nasıl yolunu çizebilirdi?
Sinema salonları en büyük sığınağımdı. Vizyona giren her filmi izliyor, cafe’lerde gazete ve dergilerde (evet, haftalık ve aylık dergiler vardı) çıkan haberleri, uzun yazıları okuyordum. Türkiye’nin ağırlığının üzerime çökmesindense ayrıntıları hatırlamadığım sebeplerden dolayı kendi hayatım da iyi gitmiyordu sanki. Gerçi o yaşta kim gençlik depresyonunun romantizmine kapılmamıştı ki?
UMUT KONULU BİR FİLM
O sene beklediğim umut bir sinema salonunda karşıma çıktı. Türk sinemasının dünyayı ve ideolojiyi kurtarmaya çalıştığı, sol bir dünya yaratmaya çalışıp ağzından çıkan hiçbir sözü inandırıcı aktaramadığı bunalımlı yıllar bitmişti. Büyük yenilgiden sonra büyük lafların, büyük projelerin, ideallerin arasında küçücük bir film sıyrılmıştı.
Çok da önemli olmayan bir dolandırıcılıktan dolayı İstanbul’dan Bodrum’a gitmek zorunda kalan birbirine zıt iki kardeşin yol hikayesiydi “Her Şey Çok Güzel Olacak.” Filmden olay örgüsü, diyalog ya da senaryoya dair aklımda hiçbir şey kalmadı, ama o gün sinemadan çıktığımda içimde oluşan o hissi çok net hatırlıyorum.
Umut… Kapkaranlık bir dönemde “Benim Hala Umudum Var” şarkısıyla biten bu film toplum ve dünyaya dair büyük sözler söylemeden hepimize umut aşılıyordu adeta. İzleyen bütün arkadaşlarım sinema salonundan iyimser ayrılıyordu, bütün karanlığın çözümü selüloitte saklıydı sanki.
Peki sonra ne oldu?
20 küsur sene sonra “Her Şey Çok Güzel Olacak” bir umudun sloganı olup film de gündeme gelince Türkiye’nin her dönem kalıcı mutluluğu insanlardan esirgemesini düşündüm. 6 Mayıs tarihi tesadüf mü mesela, tarihin hoyratlığı mı?
Film için yıllar öncesinde kalmış “Nerde Hani” şarkısını bulup “Bu Ne Biçim Hikaye Böyle” diye yeniden yazan Mazhar “Gel gidelim güneylere, yenilenip dinlenmeye,” diyordu. 20 yılda hiç böyle bir fırsat olmamış gibi bir ağırlık var üzerimde.
Türkiye’nin bir türlü ayrı yazmayı öğrenemediği “Her Şey” sloganıyla birlikte filmden benim aklıma en çok bu şarkı geliyor birkaç gündür. Hafız Sami Özer’in sesi ön planda, Mazhar daha geride, Cem Yılmaz klipte ama şarkıda da duyuluyor mu emin değilim, hep beraber “Bu felek kimine kavun, kimine kelek yedirdi,” diyorlar. “Sevinip de şımarınca sana derhal bildirdi tabii.”