Türkiye'nin görünmez eli
Kapitalizmin atası Adam Smith serbest piyasanın adeta bir “görünmez el” tarafından yönetilerek kendi dengesini bulduğunu iddia eder “Milletlerin Zenginliği” eserinde. Eğer müdahale edilmezse arz ve talep bir süre sonra birbirini dengelemeye başlar, sonunda da arzu edilen karşıt güçlerin birbirini dengelediği ‘equilibrium’a ulaşılır. Ancak kapitalizmin işleyişinde çoğu zaman devletler görevi bu görünmez ele bırakmaz, müdahale etmek zorunda kalır.
Siyasete böyle bir görünmez el mi müdahale ediyor zaman zaman?
Müdahale edilmese 31 Mart seçimlerinde muhalefetle iktidar güçleri kendi dengesini bulmuş, Türkiye vakit kaybetmeden önündeki sorunları çözmeye odaklanmış olacaktı. Az bir farkla da olsa sandık kararını vermişti ve önümüze bakmalıydık. Ama bir şey oldu. Tam ne olduğunu belki çok sonra anlayacağız.
SONUÇ BELLİYDİ
Bir kere seçimlerin yenilenmesinin ters tepeceği, Türkiye seçmeninin mağdura sempati duyduğunu öngörmek için uzman olmaya gerek yoktu. Hele hele yenilenme kararının altının doldurulamaması da iktidarın aleyhine işleyecekti. Bu açıdan Ekrem İmamoğlu’nun farklı zaferi sürpriz olmadı, ama bu sefer hakikaten de “zafer” sözcüğünü hak ederek zaten kazandığı makama bir kez daha geldi.
Aslında devletin en tepesi daha ilk geceden bu mağlubiyeti kabul etmişti. Verilen ilanlarda ve Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşmada büyük şehirlerin kaybedildiği vurgulanmıştı. Saray’ın bu tekrara içten içe pek gönüllü olmadığı bile kolaylıkla söylenebilirdi.
Bir kere önümüzdeki dört sene boyunca muhalefetin İstanbul’u kıl payı kazandığı gibi altın kaplı bir propaganda malzemesinden oldular seçimin yenilenmesini sağlayarak. 13 bin oyla alınan seçimin meşruiyetini her fırsatta dile getirebilirlerdi oysa. Şimdi 777 bin oy farkından bir malzeme çıkmaz, ama yıl başında adını hiç kimsenin bilmediği Ekrem İmamoğlu’ndan bir kahraman doğar. Siyasette de yıldızlar böyle bir gecede, bazen kimsenin, hatta kendisinin bile beklemediği şartların oluşmasıyla doğar.
İmamoğlu’nun bu zaferinde “görünmez el” etkisi mi var? Öyle anlaşılıyor ki sınırlı demokrasiye yatkın, tepkisini sadece sandıkta göstermeye meyilli Türk seçmen iktidarı uyarmak, dengelemek istedi. Kutuplaşan ve neredeyse gerginlikten dolayı patlamak üzere olan, her önüne gelenin alenen sokakta görüşünden dolayı adam dövmeye başladığı Türkiye’de beklenen makul denge bulundu.
***
ÇOK ÇEKİCİ BİR KOMPLO TEORİSİ
Komplo teorisi meraklıları bu görünmez ele isim ve vücut da vermeye meyilli olacaktır. İtiraf edeyim ki Devlet Bahçeli’den böylesi bir mitolojik kahraman yaratmanın çekici bir tarafı da yok değil.
Erdoğan’dan daha çok bu seçimin olmasında ısrar eden Devlet Bahçeli’ydi. Hiçbirimizin adımlarını önceden kestiremediği, geçmişte aldığı kritik kararlardan dolayı çoğu kişinin öfkesini toplayan, küçücük partisiyle iktidara yön veren bu siyasi ‘enigma’ bu sefer ne yapmak istedi? Bile bile iktidarın böylesi bir sandık dersi almasını istemez. Sonucu öngöremedi diyene de gülerim; her şeyin hepimizden daha iyi farkında o.
Üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra bakınca Bahçeli’nin kimi inatlarının olumlu sonuçlar verdiğini de düşünmüyor değilim. Mesela, 2002’de koalisyonu bozacağım diye tutturmasaydı 90’lı yıllardaki siyasi kaosun mimarı olan liderler hiçbir zaman emekli olmayacaktı belki. Haziran 2015’te koalisyonu reddetmese FETÖ güçlenecekti. Nitekim bir sene sonra örgüt her şeyi riske ederek darbeye kalktı ve Kırık Hoca adlı şarlatan çöküşünü hızlandırdı. Devlet (kişi değil kavram ve kurum olarak) tam anlamıyla, hiçbir tereddüde mahal vermeden FETÖ’nün karşısına geçti.
Şimdiki ısrarıyla da Devlet Bahçeli görünürde muhalefete meşruiyeti asla tartışılmayacak bir zafer armağan etti. Ama asıl katkısı, bu seçimin belki de bir süre sonra anlayacağımız etkisi Türkiye’nin neredeyse son 40 yılına damgasını vuran bir devlet-dışı aktörün de bu vesileyle tamamen saf dışı bırakılması oldu: Evet, Türkiye 1984’ten beri mücadele ettiği Abdullah Öcalan’ı resmi olarak yendi. Kürt hareketinin gücünü silahtan alan bu ilkel figürü aştığı, sözünü dinlemediği, devletin elinde enstrüman olsa bile hiçbir etkinin kalmadığı, Kürt siyasetinin meşru zeminde önünün açıldığı, sistemin HDP’yi kabul ettiği ortada.
Zorlu bir mücadele oldu, pek çoğumuz bedel ödedik ama Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük iki teröristini, Abdullah Öcalan ve Fetullah Gülen’i pasifize etmeyi, hem de demokratik yollardan başardı.
Nasıl sizce tutar mı bu teori?
***
Binali Bey’i iyi bilirdik
Binali Yıldırım seçim gecesi kendi inisiyatifiyle, yani genel merkeze ve genel başkana danışmadan mı o konuşmayı yaptı? “Benden bu kadar, artık çekiliyorum,” anlamına gelecek bu konuşma zaten isteksizce girdiği yarışta Yıldırım’ın siyasete koyduğu bir nokta oldu.
Binali Yıldırım’ı iyi hatırlayacağız.
Hem bir önceki seçimde, hem de bu seçim kampanyasında iktidarın gülen yüzü oldu. Gerginlik siyasetinden beslenmedi, aksine herkesi kucaklayan bir “amca” figürü olarak birlikte yaşayabileceğimizi gösterdi. Bu seçim yarışına en büyük katkısı da Türk siyasetinde hoşgörülü kampanyaların karşılık verdiğini kanıtlaması oldu. Başka seçimlere de örnek olacak kuşkusuz.
İsmail Küçükkaya’nın yönettiği tartışmada Ekrem İmamoğlu’nu çaya davet etmişti Yıldırım, ama seçimden önce iki aday buluşamadı.
İmamoğlu da “Ben de kendisini Saraçhane’de ağırlayacağım,” dedi. Mazbatasını alır almaz hemen bu daveti hatırlatmalı Yıldırım’a. Hatta İmamoğlu’nun Binali Yıldırım’ın tecrübesinden ve birikiminden faydalanması da dilerim zaman içinde. Amerikan başkanları yer yer eski başkanlara danışır, bilgi alışverişinde bulunur, kriz çözerken yardım ister.
Amerikan tarzı siyasi yarışı Türkiye’ye getiren iki aday böylesi bir geleneği neden başlatmasın? Ekrem İmamoğlu’nun hiçbir komplekse kapılmadan gerektiğinde Yıldırım’a fikir soracağına eminim.
***
Ekrem İmamoğlu’na eleştirilerim sürecek
Ekrem İmamoğlu’nu eleştirdim, eleştirmeye de devam edeceğim. Çünkü görevim bu.
Bu mesleği yapanlar olarak çok uzun zamandır güçlüye hesap, hatta soru sormayı bile unuttuk. Ekrem İmamoğlu’nun bir özelliği kısa sürede bu kötü geleneği yerle bir edebilmesi oldu. Nitekim kendisine muhalif kanallara da, kendisini destekleyenlere de çıktı.
İlk başlarda sorulara sinirlense de zamanla karşıt soruları nasıl yanıtlaması gerektiğini de hemen kavradı. Bu açıdan demokrasi kültürüne şimdiden büyük katkısı oldu, kazanmasa bile en azından gazetecilerin itibarını yeniden kazanmalarına yardımcı olması kampanyasının mirası olacaktı.
Ben eleştirilerimin karşılık bulduğunu da düşünüyorum, iyi siyasetçilerin eleştirilerden beslendiğini de.
İşte… Seçimin hemen sonrasında yaptığı konuşma mükemmeldi.
Beylikdüzü’nde dev kalabalığa hitabeti ise kutuplaşan Türkiye’de unuttuğumuz bir kapsayıcılıktaydı. Ne zamandır Sünni Müslüman bir siyasetçiden Yahudi, Ermeni kelimelerini hakaret dışı duymuyorduk. İmamoğlu’nun bu kucaklayan tavrını İstanbul’un başka azınlıklarına karşı da sürdürmesini umuyorum; mülteciler, trans bireyler, dışlanan ötekiler, Bağcılar’daki hip-hop kültürü.
Hazır İstanbul’dayken bütün bunları kendisiyle konuşmak için söyleşi talebimi de ileteceğim bu hafta.
İmamoğlu’na yönelik en büyük eleştirim yeteri kadar solcu olmamasıydı, defalarca dile getirdiğim gibi. O ilk geceki konuşma gerçek bir sol belediye başkanı konuşmasına yakışacak nitelikteydi. Onu sola çekmekte ısrarlıyım.
***
Geçen haftadan kalan bir not
Geçen hafta yazmak istiyordum, ama seçim yasakları yüzünden bugüne kaldı. Hani İsmail Küçükkaya’nın programından sonra bir “aile fotoğrafı” organize edildi ya... Bu fotoğrafın arka plan görüntülerini izlemediyseniz mutlaka izleyin. Ben ne yazık ki cumartesi gecesi izleyebildim.
Öyle asker dizilişi gibi duvarın önünde dikilerek poz vermeleri hoşuma gitmedi, Vanity Fair tarzı derinlikli bir grup fotoğrafı isterdim gerçi…
Ama derdim o değil.
Hani İmamoğlu’nun oğlunun Binali Yıldırım’ın yanında yer alması, Yıldırım’ın kızının da İmamoğlu’nun yanında durması var ya… Ertuğrul Özkök’e sosyolog damarını kabartıp çok yerinde “ortadan bölünemeyecek bir Türkiye fotoğrafı” tespitini yaptıran hamle. İşte o fotoğraftaki yerleştirmenin mimarı İmamoğlu. Çocuklara bizzat nerede duracaklarını gösteren, ama dayatmayan sadece öneren, üstelik bunu hesapsızca bir refleks gibi yapan, içinden o an öyle gelen o.
Bu fotoğraf yerleştirmesini doğal bir şekilde yapması, hakikaten içinden öyle gelmedi ve bunun montajsız-filtresiz yansıması… Hakikaten bir doğal siyasetçi kumaşı varmış onda.
***
Ceketi değil ama kendisi gecenin yıldızı
Fatih Altaylı gibi usta bir televizyoncu nasıl seçim gecesi o ceketi seçti, aklım almıyor. Artık 4K ve HD yayınlarda pek sorun olmuyor, ama hala kareli ceket ekranda tarama yapıyor.
Bir ara mesaj atacaktım ceketi değiştirmesi için…
Sonra ceketi falan unuttum. Çünkü belli ki bu seçim sonucu Fatih Altaylı’yı da rahatlattı. Seçim gecesi muazzam bir performans sergiledi; o alıştığımız ağzına geleni söyleyen, gerektiğinde herkese laf çakan, bu da kişiliğinin bir parçası olduğu için kimsenin bir şekilde rencide olmadığı hali sahnedeydi.
Seçim yayında tek bir cümlesi aklımda kaldı ama ne olduğunu paylaşmayacağım.
Çünkü satır aralarından yakalanmış, muhatapları dışında pek az kişinin anlayacağı, ama büyük bir zekanın ürünü bir ayar verdi bir ara. Laf arasında geçti gibi belki, ama benim için tarihe kaldı. Hangi cümle olduğunu söylesem “Ne var bunda” diyebilirsiniz, ama bağlamını, altyapısını, o cümleyi dedirten tarihi de açıklamam gerek ki buna ne yerim ne enerjim var.
Olsun, ben anladım ya yeter…