Arkadaşlar kanalıma abone olmayı unutmayın
YouTube balonu patlar mı? Her önüne gelenin YouTube kanalı açmasıyla birçok film ve dizide artık dalga geçildiğinde göre eli kulağındadır herhalde. Sonuçta basit ekonomik teori arzın talebi geçtiğinde ürünün değerini kaybedeceğini şart koşuyor. Sadece bizde değil, bütün dünyada da YouTube enflasyonu yaşandığı ortada. Çünkü kolay, maliyeti az ve, evet, herkes bir gün 15 dakikalığına şöhreti tatmak istiyor.
Her alanda doz aşımıyla meşhur Türkiye’de sıra şimdi YouTube’a geldi. Her yer YouTube fenomeni dolu, olmayanlar da kendi kendilerini YouTube fenomeni yapmak için canla başla çalışıyor. PR’cılar da fenomenlere tapınıyor, eskiden gazetecilere tanınan haber imkanları onlara sunuluyor. Reynmen’i Hong Kong’a götürüp uyduruk bir filmin tanıtımını yaptırdılar, dört milyon kişi izledi.
Bu rakamlar birçok kişinin gözünü döndürüyor. Hele hele gazete tirajlarıyla, rating’lerle karşılaştırıldığında.
Ancak Instagram’daki “influencer”lar ya da YouTube’daki “fenomenler” gibi bu isimlere gerçek birer şöhret demek zor. Zaten çoğu “YouTube ünlüsü” gibi aşağılanmayla anılıyor. Hemen hepsinde de sunulan ürün vasat, insanın zekasıyla alay edecek kadar aptalca, yüzeysel.
Bu süreç bana 2000’lerin başındaki blogger modasını hatırlatıyor. Hemen her konuda bir sayfa bulmak mümkün, herkes klavye başına geçmiş büyük bir roman, tarihin akışını değiştirecek bir köşe yazısı yazacağını düşünüyordu. En acıklısı birçok kişi düşüncelerine dünyanın ihtiyacı olduğuna inanıyordu. Bugünün YouTube’u gibi blog’larda da dolma tarifinden bomba yapımına ne ararsanız vardı. Ama kısa sürede patladı. Yazanlar emeğinin karşılığını ne maddi ne manevi açıdan aldı. Şöhret olmadılar, servet yapmadılar, bir süre sonra da sıkıldılar ve içerik üretmenin o kadar da kolay olmadığını anladılar.
İçlerinden bir kısmı ise dergilere yazdı, gazeteci oldu, televizyonda program yaptı, kitapları yayımlandı, hatta “Julie and Julia” filminde olduğu gibi hikayeleri filme çekildi. Ama bu başaran azınlığın ayakta kalabilmek için geleneksel medyanın onayına ihtiyacı vardı. Tek başına blog’la değil kitap çıkartınca ciddiye alındılar, meşruiyet kazandılar, “yazar” oldular. Bugün hala varlıklarını geleneksel medyada sürdürüyorlar blog yıllarından sağ salim çıkanlar.
Benzer bir örnek Amazon için de geçerli. Normal şartlarda Amazon’un bütün kitapçıları iflas ettirmesi, Borders’dan sonra Barnes and Noble gibi bir zinciri de kapattırması, piyasanın tek hakimi olması gerekiyordu. Epey bir süre gidişat bu yöndeydi.
Ancak bir süre sonra rüzgar değişiverdi. Son yıllarda küçük kitapçılar sayıları az da olsa açılmaya başladı ve bunlar kar eder oldu. Önceki gün Colson Whitehead yeni romanından 15 adet imzaladığını, çünkü ülke çapındaki küçük kitapçılardan yoğun bir talep olduğunu anlatıyordu bir söyleşisinde.
Zamanla Amazon’un bile kitap satmak için kitapçılara ihtiyacı olduğu, kitapçılarda kitapları keşfedip İnternet’ten sipariş veren kişilerin sayısının hiç de azımsanmayacağı anlaşıldı. Dijital devrim varlığını sürdürmek için geleneksele muhtaç oldu bir anlamda. Şimdi Amazon da kitapçı işine girdi, büyük şehirlerin en şık yerlerine iflas ettirdiği kitapçı zincirlerinin benzerlerini açıyor.
Türkiye’de YouTube fenomenlerinin yükselmesinin, birçok gazetecinin YouTube’da karşımıza çıkmasının dönemsel bir nedeni var. Kimilerine kapılar kapatıldı, kimileri sansüre uğradı, kimileri iş bulamaz oldu ve haklı olarak da geçimlerini sağlamaya veya seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Bu bir süreç sorunu. Ama Türkiye de medya da sonsuza kadar aynı kalmayacak, değişecek, yenilenecek. Bugün YouTube kanalı açmaya heves edenlerin birçoğu da yeniden geleneksel medyada yer almak isteyecek, çünkü tıpkı Twitter gibi YouTube da bir moda, bir ayak takımı eğlencesi bu haliyle. İster istemez geçici. Bir başkası yeni bir eğlence icat edene kadar anlamı var. Medya için sürdürülebilir sistem teknolojik gelişmeleri benimsemiş ama geleneksel değerlerden de uzaklaşmayan, kaliteli içerik üreten bir yapı.
***
YouTube’dan nasıl servet yapılır
Belli bir kalite standardını tutturmak her alanda olduğu gibi YouTube’da da ekip işi, ekip de para demek. Şu ana kadar bireysel çabalarla ya da çok az kişinin emeğiyle ortaya çıkan YouTube video’larında sınırlı bir azınlık dışında bu kalite çıtasına ulaşmak mümkün değil. Çoğu zaman izlediğimiz videolar tek bir telefonla, çoğu zaman bir gimbal yardımıyla çekiliyor, iMovie’de montajlanıp hemen önümüze konuyor. Kimilerinde montaja bile gerek yok, boş konuşan bir adamı alıp koymak yeteri. Profesyoneller bile el attığında amatörlük kaçınılmaz oluyor, çünkü doğası gereği iş ucuza getiriliyor.
YouTube fenomenlerinin kısa yoldan köşeyi döndüğü efsanesi peki? Birçok Silikon Vadisi şirketi gibi YouTube da gelir dağıtımını açıklamakta hiç şeffaf değil.
Videonun ne kadarının izlendiği önemli değil, kaç dakikasının izlendiği önemli YouTube için. 20 küsur dakikalık video görünce geçiyorum bazen, bir dakikasını toplam izlemiş oluyorum. Ama bir dakikalık bir video’nun tamamını izlemekle aynı sayılıyor.
Olumsuz yorumlar, küfürler, videoyu beğenmek-beğenmemek de fark etmiyor, her biri bir etkileşim olarak hesaplanıyor. Küfrederken bile içerik sağlayıcıya iyilik yapıyorsunuz aslında.
Birisinin yaptığı bir milyon izlenen video’yla bir başkasının aynı rakama ulaşan video’su aynı kazancı getirmiyor. Video’yu kimin yaptığı kadar kimin izlediği de önemli. Gelir seviyesi yüksek olanlar izliyorsa ilanlar da ona göre değişiyor, kazanç artıyor.
GELİRİN YARISINI YOUTUBE ALIYOR
Para kazanmak üzerine video yapan bir fenomen bir milyon izlenen bir video’dan bir senede 9 bin 490 dolar kazandığını anlatıyor mesela. Bir milyon izleyici bulmak hiç kolay değil, 9 bin 490 dolar ise bu kadar büyük izleyici kitlesinin karşılığı mı?
Kazancın hemen hemen tamamı ilanlara dayanıyor, YouTube tüm gelirin yüzde 45’ini otomatik olarak alıyor. Benim gibi İnternet’te dolaşırken ilan engelleyici kullanan, beş saniyeden sonra reklamları geçenlerden gelir kalmıyor YouTube’culara.
Ve başka bilmediğimiz binlerce başka değişken…
Bütün bunlar olurken de YouTube’un sahibi Alphabet tıpkı Facebook gibi kendisinin bir “medya şirketi” olmadığını söylüyor, böylece medyanın sahip olması gereken sorumluluğa karşı da kendisini koruyor. Editoryal mekanizmalar yok, içeriği, karşımıza neyin çıkacağını algoritmalar belirliyor.
Üzerinde daha uzun uzadıya tartışılabilir, ama bu haliyle YouTube uzun vadede sürdürülebilir bir model gibi durmuyor. Ama geleneksel medya sistemi olmadan YouTube’un tek başına bir platform olmasının da imkanı yok. YouTube fenomenleri konusunda en bilinen örnek olan Justin Bieber da orada keşfedildi, ama plak şirketlerinin geleneksel sistemiyle star oldu. Bir gece tesadüfen biri keşfetmese milyonlarcası gibi orada kaybolacak, en fazla tıklardan gelen birkaç doları hesaplayacaktı belki de.
***
Kardashian yalanını kimin sattığı belli oldu
Dün Ayşe Arman’ın Jennifer Lopez’le kısa (ama şişirilerek uzatılmış) bir söyleşisi vardı. Orada söyleşiyi ayarlayan halkla ilişkilerciden bahsediyor: Salt İletişim’in kurucusu İlkin Karataş.
Geçen hafta medyaya bu konsere Kim Kardashian’ın geleceği yalanını kimin sattığını sorgulamıştım. Çok geçmedi, açık istihbaratta sorumlu ortaya çıktı işte.
Buraya yazayım ki belki medya bundan sonra en azından buradan gelen bültenlerin üzerine atlamadan iki kere düşünür diye. Çok da umutlu değilim gerçi ya…