Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Haksızlığa uğrayan başka güçlü adamların da bildiği gibi Fatih Terim de futbol federasyonunca cezalandırılmasının ardından kendini yalnız hissediyor olmalı. Başkalarına olduğu gibi ona da “Oh olsun” diyenler çıkmıştır, duruma objektif bakmayı reddedip duygularına yenilerek. Fatih Terim uzun yıllar boyunca o kadar düşman yarattı, kendinden o kadar nefret ettirdi ki haklı olduğunda bile fanatik taraftar dışında hakkını savunacak kimse bulamaması şaşırtıcı değil.

        Ne yalan söyleyeyim, Fatih Terim her mağdur olduğunda içten içe bende de bir sevinç doğuyor. Her kaybettiğinde, her yenildiğinde belki artık onu unuturuz, hayatımızdan çıkıp gider diye seviniyorum. Her şeyden önce benim futbol zevkimi elimden aldı yıllar önce; onun yüzünden sadece Galatasaray’ı değil, futbolu bile takip etmeyi bıraktım.

        Fatih Terim’e tepkili oluşumun çeşitli nedenleri var, ama içlerinden en önemlisi kendi kültünü yaratan figürlere duyduğum doğal tepki. Teknik direktörlük yapmaya başladığı günden itibaren kurumları değil, kendisini önemseyen, kendisini ön plana çıkaran, kendisine tapınılmasını isteyen ve bundan zevk alan bir figür oldu Terim. Zaman zaman rezil olduğunda da egosu hiç ama hiç yara almadı. “Takımdaşlık” temalı konferansta kendi başarılarını anlatırken çalıştığı takım tarafından kovulmasını yıllardır hatırlayıp hatırlayıp gülüyorum, ama tarihin bu ironisine başkalarına bu kadar komik görünmediğinin de farkındayım. Neredeyse insanın babası rezil olunca bunu bir an önce halının altına süpürmek istemesi gibi unutturuldu Swissôtel’deki bu olay da.

        TÜRKİYE’YE UYGUN BİR BABA FİGÜRÜ

        Ne de olsa kendisini bazen devlet yerine de koyabilen, kendi kendisini “baba” ilan eder bir figür Terim. Karşısındaki kim olursa olsun küçümsemesi, bağırıp çağırması, genç oyunculara hakaret etmesi, bazen dövmesi de kendini konumlandırdığı bu baba rolü yüzünden. Türk toplumu genel olarak böyle çarpık baba figürlerine aşina olduğundan, hatta onları bağrına bastığından Fatih Terim de bu patolojiden beslenmeye devam ediyor.

        Hele hele Türkiye’de. Çünkü başarıları da, öfkesi de, vizyonu da, iş yapma biçimi de “Türk işi” olduğundan bu topraklarda kimi nasıl tavlayacağını, nasıl ayakta kalacağını biliyor. Zevksiz takım elbiseleri, ellerini kollarını oynatarak konuşması, aşırı terlemesi, tuhaf mimikleri, bazen ne dediği anlaşılmayan sözleriyle ancak Türkiye’de karşılığı olabilen bir karakter o.

        Aynı zamanda bir korku unsuru da; gücünün pek çoklarına yettiği de kesin. Bugüne kadar çalıştığım her yerde beni istinasız şikayet etmişliği var mesela. Bir keresinde çalıştığım kurum maç yayın haklarını da elinde bulundurduğundan grubun yöneticisine milli takım teknik direktörü olarak bunu hatırlatmıştı mesela. Ben kendi babamdan korkmamışım, Fatih Terim’den de korkacak halim yok.

        Önemsediğim ya da kişisel bir hesap tuttuğum için değil, ama açıklayıcı bir örnek olduğu için hatırlıyorum Terim’in maç yayınlarını bir tehdit unsuru olarak kullanmasını. Normal şartlarda bir teknik direktörün yetkisinin çok ötesinde olması gereken bir konu maç yayın ihaleleri. Kulüp başkanlarıyla medya patronları arasındaki bir konu, sportif ekiple ilgisi yok. Ama Terim kendisini her konuda yetkili bir baba olarak gördüğünden maaşının çok üstündeki bu konuya karışmayı ya da silah olarak kullanmayı bile doğal hak görüyordu. Bugüne kadar Galatasaray’da veya milli takımda hiç kimse ona “Sen kendi işinle ilgilen, işin olmayan konulara karışma,” demediği için de bu hayali yetki alanı kendi kafasında genişledikçe genişledi. Herhangi bir kurumsal yapı, işleyiş, sistem hiçbir zaman sökmedi Terim’e. Bütün başarılarını nasıl şahsına mal ettiyse, çalıştığı kurumların hep daha üzerinde gördü kendisini. Kurumlar hep ona muhtaçtı egosunun yanılttığı algısına göre.

        Tam da bu yüzden kurumsal işleyiş geleneği olan Batı’da tutunamadı, hep Türkiye’de var oldu. Bugün yaşadığı mağduriyet de Türk işi, ama bu açıdan da ironik.

        KURUMLAR BÖYLE ÇÖKER İŞTE

        Herhangi bir kurumun içi boşaltılır, çürütülürse, çarpıklık norm haline gelir. Hiyerarşi, liyakat önemsenmeden, tek bir kişinin dediği olmaya başlıyorsa sonra gelenler de çarpık düzeni aynen sürdürür. Dün maç ihalelerini kişisel öcünü almak için tehdit unsuru olarak kullanan yapının parçası Fatih Terim’di. Bugün Fatih Terim’e (ve Galatasaray’a) kişisel nefreti bulunan da aynı federasyon. Egosu şişik erkekler kendi aralarında kapışıyor, birbirlerine had bildiriyor.

        Kurumlar da böyle böyle çürüyor.

        Tabii ki Fatih Terim’e verilen ceza anlaşılamayacak derecede haksız, en başta da Batılı bir değer olan ifade özgürlüğüne aykırı, tamamen keyfi ve kişisel. Bu çürümenin kurumsallaştığını görmemek, düzeni bu hale getirenlerden birinin de bizzat Terim olduğunu hatırlamamak mümkün değil ama. Birbirlerini yesinler işte. İlkesel olarak Fatih Terim’i savunmam gerek, ama, kendisini savunmayı o kadar zorlaştırdı ki, çok üzgünüm, elim gitmiyor.

        *

        Radikal arşivi ne oldu?

        Önceki gün Instagram’da “radikaliki” adlı bir hesap gördüm. Bir zamanlar benim de yazarlık yaptığım ve epeydir kapanan haftalık gazete ekinden geliyor adı, ama resmi hesap değil. Ama arşiv meraklısı biri bu hesabı açmış ve Radikal İki’nin eski sayılarından sayfalar paylaşıyor. Tamamen nostalji amaçlı, ama ben yine de Ayşenur Arslan’ın Can Ataklı’nın Uzan’la çalıştığı dönemi anlattığı bir yazısını iki parmağımla büyüterek okuyabildim.

        Aslında böyle bir hesabı ben bile açabilirdim, çünkü Radikal İki’yle birlikte bir sürü eski gazete ve dergi arşivimde duruyor. Vizyon, Talk, Öküz, GazetePazar…

        Bir ara Radikal İki’lerden kurtulmayı düşünmüştüm, çünkü hemen hepsi Radikal’in sitesinde vardı. Radikal kapandıktan sonra da Doğan Ailesi gazete arşivini yaşatma taahhüdünde bulunmuştu okurlarına karşı. İyi ki saklamışım.

        Çoktandır Radikal’in arşivine ulaşmak mümkün değil. Adeta uçtu. Linkler google’dan çıkıyor ama sitenin içinde ne arama yapılıyor ne bir link’e ulaşmak mümkün.

        İnternet’te hiçbir şey silinmezdi güya, Radikal adeta yok oldu. Perihan Mağden’in eski yazıları, Radikal Cumartesi’ye yazdığım Kent Fısıltıları falan hep tarihe karıştı.

        Benzer bir durum Milliyet arşivi için de geçerli. Uzun süre emek harcanan Milliyet arşivi de atıl durumda, neredeyse çalışmıyor. Halbuki gazetenin eski sayfalarını dijitale döndürmek için ne emek, ne para harcanmıştı.

        Arşivle birlikte yok olan tarih aslında.

        Milliyet’in sonradan sahibi olan Demirören Ailesi gazeteciliğe de arşive kıymet vermiyor olabilir, anlarım.

        Ama Radikal hala Doğan Ailesi’nin elindeydi. Onların arşivi yok etmelerini aklım almıyor. Acaba, diyorum, satış anlaşmasında medyadan uzak kalacaklarına dair yer alan maddenin mi etkisi?

        Ya da “Hürriyet Gazetecilik” satılınca Radikal de kapanmış bir gazete olmasına rağmen bu şirketin bir parçası olarak yeni patronlara mı gitti?

        En iyisi Doğan Ailesi bu konuda aydınlatsın medyayı. Çünkü arşivi yaşatma garantisini onlar vermişti.

        *

        Algoritma işini fazla iyi yapıyor

        Sosyal medyada hepimizin önüne ayrı bir ilan çıkıyor, bu ilanları da telefonların mikrofonları ya da tarayıcıdaki gezinti tarihçemiz belirliyor.

        Fatih Altaylı dün Instagram’da karşısına çıkan çakma Rolex ilanından şikayetçiydi. Ama asıl sahte Rolex’ten değil de Instagram algoritmasının kimin karşısına ne ilan çıkaracağını çok iyi öğrenmiş olmasından yakınmalıydı.

        Alrogitma işini fazla iyi yapıyor çünkü. Lüks tüketim, özellikle de arabalar ve saatler konusunda uzmanlık derecesinde bilgisi olan Altaylı’nın karşısına bu ilanın çıkması tesadüf değil. Adım adım izlendiğimizin bir başka örneği sadece. Bazen çıplak gözle gördüğümüz ürünler, bazen konuşurken laf arasında bahsettiğimiz şeyler mikrofona takılıyor ve karşımıza ilan olarak çıkıyor. Türkçe ya da bir başka dilde fark etmiyor, yapay zeka hedefe ulaşma konusunda çok akıllandı.

        Diğer Yazılar