Aile sırları
Aslı Erdoğan’ın tek bir cümlesinden kopan fırtına sırasında pek çok kişinin dediğinin aksine “Orhan Pamuk gibi Nobel almak istiyor” değildi aklımdan geçen. Ama Orhan Pamuk’un bir başka tespitini hatırladım; bir yazarının görevinin kendi ülkesinin aile sırlarını dünyaya duyurmak olduğunu. Dünyanın birçok yazarının şöhret macerası bu sırları duyurmaktan geçtiği, bunun da bir pazarlama yöntemi olduğu kuşkusuz. Ama bir aşamadan sonra yazarlardan, daha doğrusu bütün sanatçılardan beklenen seslerini yükseltmeleri. O aşamaya gelindiğinde iş çoktan PR’ı geçmiş, insani ve vicdani bir sorumluluğa dönüşmüş demektir.
Yazı macerasını biraz takip edenler PR konusunda Aslı Erdoğan’ın ne kadar başarısız ve isteksiz olduğunu da bilir. İstese bu taktikleri çok önceden denerdi, sonra koca bulup gidip Londra’da kebapçı falan işletirdi şöhret için yırtınan başka yazarlar gibi. Bunu yapmadı, yapmaya karakteri de uygun değil. Ama aynı şekilde susmaya da razı olmuyor işte.
Gerçi kimsenin bir yazarı tanımak, kitaplarını okumak gibi bir derdi olduğunu da sanmıyorum. Şu demeç tartışması basının yetersizliğini bir kez daha hatırlattı. Gaza gelmeye, milliyetçilik pompalamaya, var olan milliyetçi rüzgardan faydalanıp kendilerine ‘like’ sağlamaya ne kadar hevesli bizdeki kanaat önderleri.
RESMİ İDEOLOJİNİN SÖZCÜLERİ
İşte, Erdoğan’ın böyle bir söz söylemediği, sözün bir başka yabancı gazete tarafından çarpıtıldığı ortaya çıktı. Dünyanın her tarafında adi gazetecilik var ne yazık ki; Belçika olması fark etmiyor. Ama gazeteciliğin evrensel kuralları da var. Aslı Erdoğan’a tek bir cümleden dolayı saldırmaktansa işin kaynağına gitmek, haberin metnini okumak, hatta muhatabından doğrulatmak çok daha kolay olmalı. Öyle yeri yurdu bilinmeyen biri de değil sonuçta.
Aslı Erdoğan’a saldıranlar da işi yolu yordamına göre yapmayı biliyor elbette, ama işlerine gelmiyor. Çünkü Türkiye’de kanaat önderliğinin en önemli özelliği serüvenin bir aşamasında mutlaka ama mutlaka köşe yazarının kendisini devletin resmi sözcüsü olarak görmesidir. 80’lerde liderlerin telefonla arayıp şımarttıkları köşe yazarlarından beri böyle bir gelenek oluştu. Kitap yazarlığı ya da akademisyenlik pek etkili değil Türkiye’de, o yüzden kanaat önderliği daha çok köşe yazarlarıyla sınırlı. Pek çoğunda da sınıf kaygısı güce tapınmayı beraberinde getiriyor. Gücün kapısını da resmi ideolojinin sözcülüğüne talip olmak açıyor.
Bu sürecin nasıl işlediğine en iyi örnek Ahmet Hakan’ın Aslı Erdoğan’la ilgili yazdığı iki yazı. Önce, yalan demeci hiç sorgulamadan ultra-milliyetçi hezeyanlara kapılarak ağzına geleni söyledi. Ardından, ayıbını fark edip özür dileyeceğine söyleşiden başka cümleler seçerek kendisini haklı çıkarmaya çalıştı. Acıklı bir çabaydı, ama asıl trajik olan bütün bunları yaparken de Aslı Erdoğan’a önerisi devletin dilini sahiplenmesi, yabancı basına konuşurken resmi ideolojinin ezberlerini tekrarlamasıydı. Çünkü kendisi öyle yapıyor, haksız yere hapse atılan bir yazardan da bunu bekliyor.
Söylediğinin elle tutulur bir yanı olmadığının kendisi de farkında. Ama bir kere o çizgiyi geçip resmi ideolojinin sözcüsü olmaya talip olunca gerçeklik kaygısı da ortadan kalkıyor.
CUMHURİYET’İN GELECEĞİ
Kuşkusuz bir yazarla tartışılabilir, ama ilk aşamada gazetecilerin yapması gereken herhangi bir konuda da olsa onun ifade özgürlüğünü savunmaktır. Kimi yazarların yanıldıkları, tarihin yanlış yerinde durdukları, hatta kendi ülkelerinde bile sevilmedikleri durumlar var. Kimi ilerleyen yaşında kendi geçmişiyle hesaplaşarak bunun hesabını verdi, kimileri ise girdikleri entelektüel tartışmalarda kaybederek yanıldıklarını anladı veya anlamadı. Yaptıkları işin kendine ait kültürel kodları yazarların savrulmalarına, yer yer gerçeklikten kopmalarına imkan veriyor. Tam da bu yüzden hiçbirimiz bir edebiyat eserinin doğruluğunu tartışmıyoruz örneğin. Gazetecinin buna karşı tek dayanağı ise bilgi ve gerçeklik olmalı, devlet söylemi değil. Ancak bu sayede eşit şartlarda bir entelektüel tartışma yaşanır.
Neyse, Aslı Erdoğan vesilesiyle biz Türklerin ne kadar barışçı, dostane, ırkçılıktan uzak, hoşgörülü insanlar olduğumuzu kendi kendimize hatırlatmış olduk. Yazarın görevi aile sırlarını dünyaya haykırmak mı, tartışılır. Ama edebiyatta da gerçek hayatta da bir misyonlarının bizlere yeni bir dünya ve gerçeklik sunmak olduğu ortada. Belki de her şey bildiğimiz ve sandığımız gibi değildir, kim bilir.
Türkiye Cumhuriyeti bugünlere geldi, kolay da olmadı. Ama özellikle ifade özgürlüğü konusunda alınacak çok yolumuz var. Tıpkı ailelerde olduğu gibi devletin de yer yer kendi geçmişleriyle hesaplaşmaları, ileriye bakmak için halıyı şöyle bir kaldırıp altına süpürdükleriyle, eksiklikleriyle yüzleşmeleri sağlıklıdır. Cumhuriyet’i korumanın, daha sağlam ve sağlıklı bir şekilde ileriye taşımanın ve sahiplenmenin yolu aslında buradan geçer.