Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Zaman zaman Avrupa’da bir ırkçı politikacı çıkar ve azınlıkları hedef alır. Zaman zaman hedef alınan o azınlıklardan biri de Türk göçmenler olur. O ırkçı politikacı bütün Türklerin sınır dışı edilmesini ister, “Türkenraus” diye slogan atar ve peşine sayıları hiç de az olmayan fanatik kitlesini takar. Kendi açısından bakıldığında haklıdır da belki. Çünkü vandal bir Türk otobüs durağında kendi kız kardeşini bir erkeğin elini tuttuğu için öldürmüştür, ya da birine saldırmıştır, Avrupalı politikacı da kendi arka bahçesinde bunu istemez ve ırkçı sloganlar atmaya başlar.

        Bu sloganlar karşısında hepimiz kenetlenerek o politikacıya haklı olarak haddini bildirmek isteriz. Mektuplar yazarız, eleştiririz, karşı sloganlar atarız, devlet nezdinde tepki gösterilir, zaman zaman iş diplomatik krize de varır. Hoş görülmemesi, alttan alınmaması gereken bir ilkelliktir “Türkenraus” çağrıları çünkü. Milliyetçilikle en ufak bir alakası olmayan göçmen Türkler bile öfkelenir. Verdiğimiz tepkinin altında politik doğruculuk kadar insani bir refleks de yatar. Bir Türk otobüs durağında kız kardeşini öldürmüş olabilir, ama bu başka göçmen Türklerin ya da tüm Türklerin otobüs durağında kendi kız kardeşini öldüren ilkel yaratıklar olduğu anlamına gelmez. En çok da bu genellemeye kızarız. Aramızda Nobel kazanmış bilim adamları da var, sonuçta.

        Ancak nedense pek çoğumuz bize gurbette gösterilmesini beklediğimiz anlayışı kendi topraklarımızdaki mültecilere yansıtma konusunda epey çekingeniz. Keşke “Aramızdan sadece birkaç kişi,” diyebilseydim, ama ırkçılık günümüzde toplu refleksimiz oldu. Bu nefretin toplu hedefi de epey bir zamandır Türkiye’deki mülteciler.

        BAŞKASININ ADINA UTANMAK

        Öncelikle terminolojiyi doğru kullanalım.

        Mülteci kendi ülkesinden çeşitli sebeplerle (baskı, savaş, açlık) ayrılmak zorunda kalmış insanlardır. Göçmen ise bir başka ülkede kendisine daha iyi şartlar sunulacağına inanarak vatanını gönüllü olarak terk edenlere denir. Almanya’da ‘gastarbeiter’ olmak bir tercihtir, Türkiye’de Suriyeli ya da Afgan olmaksa bir zorunluluktur.

        Yurtdışına çıkmak için sınır kapısına dayanan mültecilerin görüntülerini izliyorum YouTube’dan. Türkiye’ye kaçmış, ama deniz tükendiği için varını yoğunu tehlikeye atarak en ufak bir umutla bir başka yerde şansını denemek isteyen küçük insanların trajedileri. Ceplerindeki son paralarını taksicilere kaptırmış, kaç gün süreceğini bilmedikleri bir macerada soğukta aç kalmayı göze alarak, streç filmle çadır yapmaya çalışarak geceyi geçirmeye çalışanların umutsuzlukları.

        Dünyanın en duyarlı insanı değilim, ama benzerini defalarca gördüğüm bu görüntüleri uzaktan, kendi evimin konforunda bilgisayar ekranında izlemek bile beni huzursuz ediyor.

        Üstelik bu sefer trajedi çok yakın, çok tanıdık, kendi topraklarımızda. Birazdan o insanlara sınırda copla saldırılacak, üzerlerine biber gazı sıkılacak, iki yüzlü Avrupa hoyrat yüzünü gösterecek ve bu vatansız topluluğa insan değil siyasi malzeme muamelesi yapacak.

        Siyasi pozisyonunuz ne olursa olsun, mülteci sorunu hakkında ne düşünürseniz düşünün, ister Erdoğan’ı ister Avrupa’yı haklı bulun, sınırdaki insanların bu hallerini en katı vicdanın bile kabul etmemesi gerekir.

        Görüntülere değil, yorumlara kayıyor gözüm. Mültecilerden birinin Adidas montu var. Uyduruk bir mont, belki taklit. Zaten Adidas mont tüm dünyada mülteci üniforması sayılır; karikatürünü çiz deseler üç çizgili logoyu eklerler. Ama işte oradan bir yorumcu, bir Türk diyor ki “Benim bile hayatta Adidas montum olmadı.” Sanki çok kıymetli bir şey Adidas mont. Mültecinin nasıl elde ettiğini bilmediği, belki birinden ödünç aldığı, belki varını yoğunu yatırarak bir tane mont aldı. Ona laf ediyor, o montu kıskanıyor mu, çekemiyor mu artık her neyse nefretini kusarak. İnsan utanır, ama insanlığını kaybetmediyse. Görüntülerden değil, bu yorumu yapan ilkellikten utanıyorum.

        KALICI HASAR

        Gazetecilerin işlerini nasıl yapabildiklerini açıklayan kavramlardan biri “merhamet yoğunluğu”dur. Bu sendrom daha çok savaş muhabirlerinde görülür, ama diğer gazetecilerde de rastlanır. Okurlara ya da izleyicilere kıyasla bizim önümüze her gün daha fazla trajedi gelir. En duyarlı vatandaş bile en fazla kendi ülkesindeki vahşete tepki gösterir. Gazetecilerse dünyanın her yerindeki benzer acılı haberleri, fotoğrafları görür, savaşları, katliamları takip eder, etmek zorundadır. Aramızda iyi olanlar başkalarının acılarına da farkındalık yaratmaya çalışır.

        Ama zaman içinde savaşlar birbirine benzemeye, ölümler birer istatistiğe dönüşmeye başlar ve hassasiyetimizi yitiririz. Her gün önümüze çıkan ölü çocuk fotoğrafları bile etkilememeye başlar, çünkü beklentilerin aksine her yeni günle birlikte dünya daha iyiye gitmez ve daha fazla çocuk ölür. Edirne’den gelen görüntüler merhamet yorgunluğunu bile boşa çıkaracak kadar etkili halbuki.

        Gazetecilerin hissiyatını yitirmesinin türlü açıklamaları var; basındaki nefret dilini biraz da buna bağlıyorum saf bir iyimserlikle. Ama koca bir toplumun bu kadar duyarsızlaşması bir patoloji. Birkaç senelik yeni bir nefret de değil bu, tarihimizde benzer izleri var. Yarın öbür gün mülteci sorunu biter, ama sıradan insanın nefreti, öfkesi, ırkçılığı kalıcı olmuşsa hasar onarılmaz. Türkiye’de de onarılamayacakmış gibi gözüküyor.

        *

        Türkiye’nin işine gelen aday

        Ortalama insanın korkusunun yaratacağı hasarı hafife almamak gerekiyormuş. Yaklaşan Amerikan seçimlerinde Demokrat Parti’nin aday belirleme süreci bunu gösteriyor. Orta yolcu seçmen medyanın, iş dünyasının ve partinin derin güçlerinin etkisinden kurtulamadı ve bir anda seçimin seyrini değiştirdi. Şimdi en kuvvetli aday Joe Biden gözüküyor.

        İki dönem Obama’nın Başkan Yardımcılığını yapan Biden insanın neresinden tutsa elinde kalacak bir vasatlık şampiyonu. Herhangi bir vizyonu, dönüştürücü bir vaadi yok. Estetikli suratıyla epey ürkütücü de gözüküyor. Geçmişi Irak Savaşı’na verdiği destek gibi bir sürü tartışmalı kararla dolu. Ama bazen birinin statükoyu koruması, kimsenin canını yakmayacak oluşu işe yarayabiliyormuş.

        “Trump olmasın da kim olursa olsun” diye Biden’ın arkasına dizilen seçmen öyle gözüküyor ki Kasım ayında Donald Trump’a ikinci dönemi armağan edecek.

        Aslında bu durum Türkiye’nin de işine gelecek gibi gözüküyor. ABD-Türkiye ilişkilerinde Donald Trump’la kurulan yakınlık sürecek gibi. Rusya’dan uzaklaşıp Trump’ın ABD’sine yaklaşacak bir Türkiye öngörebiliriz önümüzdeki sene. Joe Biden olsa ilişkiler yeniden kurulmak zorunda kalınacaktı. Zira Türkiye’yi iyi tanıyan Biden eski önyargılarını da beraber Beyaz Saray’a taşıyacak. Bernie Sanders’ın başkanlığında da Amerikan dış politikasının yeniden çizilmesini bekleyecek, sıfırdan başlaması gerekecekti Türkiye’nin.

        İkinci bir Trump dönemi ya da Biden başkanlığı ABD ve dünya için çok hayırlı olmayabilir. Ama Türkiye için en iyi seçenek gibi gözüküyor şimdilik.

        Diğer Yazılar