Yoksa otoriter rejimler işe yarıyor mu
Türk halkının felaketten eğlence yaratabilme potansiyeline 17 Ağustos depremini İstanbul’da yaşayanlar tanıklık etmiştir. Yazın en sıcak günlerine denk gelmişti deprem ve herkes anında kendini sokağa attı. Ve aylarca içeri girmedi.
İstanbul’un hemen her sokağında gecenin herhangi bir saatinde birilerini görmek mümkündü. Boğaz’da sabaha kadar açık arabaya çay servisi veren ve dünyada eşi benzeri olmayan cafe’lerden Tophane’deki nargilecilere kadar... Taksim Meydanı’na bile şezlong konup sabahın olmasını bekleyenler vardı. İnsanlar apartmanlarının önünde piknik tüplerinde çay demliyor, sohbet ve dedikodu saatler sürüyordu. Ne zaman ki havalar soğudu, mecburen, isteksizce, partinin son kapanış şarkısı çalmış gibi bir buruklukla hepimiz evimize çekildik.
Corona virüsünün de algılanışı biraz deprem sonrası günlere benziyor. Geçen gün, henüz daha vak’a yokken konuştuğum bir arkadaşım “İnsanlara konuşacak bir konu çıktı işte,” demişti biraz da ilk günlerin bilinmezliğinin verdiği kolaycılıkla. Ama bir yandan da doğru söylüyor. Türkiye’nin sağ-sol demeden ortak bir konusu oldu uzun süre sonra. İlk kez “Erdoğan” konuşmayı bıraktık mesela.
NEDEN EVE KAPANDIK Kİ
Bodrum Belediye Başkanı haklı olarak “Gelmeyin” diyor. Kasabanın kış nüfusuna yetecek kadar tıbbi kapasitesi olmadığını söylüyor. Ama Bodrum’da bugünlerde Temmuz ayını andıran trafik sıkışıklığı bile yaşanmaya başladı çünkü belli bir kesim okulların kapanmasını tatil piyangosu sanıyor. Dün, lüzumsuz bir şarkıcı hava çok güzel olduğu için insanlara sokağa çıkma çağrısı yapıyordu.
Hiçbirimiz eve kapanmaktan memnun değiliz elbette, ama neden kapandığımızı herkes tam olarak anladı mı bilmiyorum. Çünkü bazılarında eve kapanmayı, makarna stoklamayı, kolonya almayı moda olduğu için, konuşacak konu çıksın diye yapıyormuş gibi bir ruh hali var. Oysa hem kendimizi, hem başkalarını korumak için tedbir amaçlı evdeyiz. Yarın öbür gün iş büyürse hastanelerde yatak kalsın, gerçekten ihtiyacı olanlar sağlık hizmetlerinden faydalansın diye kendi hayatımızı donduruyoruz.
New York şehri bile zorunlu sokağa çıkma yasağını tartışıyor bugünlerde. Birçok Batı şehrinde lokantaların kapatılması, hayatın askıya alınması Avrupa’nın dayandığı bireysel özgürlük ideallerine ters geliyor. Risk altındaki ülkelerin kendi vatandaşları bile yer yer bu katı tedbirleri sorguluyor, çünkü alıştıkları serbest toplum fikrinin tam aksi uygulamalar yürürlüğe konuyor. İtalya’nın geç tepki vermesinin, işin çığırından çıkmasının altında da biraz bu içselleştirilmiş özgürlük fikri var. İnsanlar ilk başta bu gibi tedbirlere uyum sağlayamıyorlar.
ÇİN VE SİNGAPUR NEYİ BAŞARDI
Virüs vak’alarının önüne geçmeye başlayan Singapur, Hong Kong ve Çin’de bir Batılının aklının almayacağı otoriter tedbirler işe yarıyor. Özellikle Singapur son derece şeffaf bir şekilde yönetti süreci, ama bu şeffaflık illaki demokratik olduğu anlamına gelmesin tedbirlerin. Adım adım kimlerin virüse yakalandığını, nerede olduklarını açıkladılar mesela. Hastaların mahremiyeti gibi konular ön planda değildi; kolaylıkla yolcuların nereden gelip nereye gittiklerini, nerede oturduklarını, komşularını tespit edip duyurdular. Ama bu sayede de virüsün yayılmasının önüne geçtiler. Singapur bir-iki istisna haricinde bütün vak’aların kökeni tam olarak biliyor.
Virüsün çıktığı Çin’de de katı yasaklar sayesinde hayat normale dönme belirtileri gösteriyor; Vuhan’da insanlar yavaş yavaş sokağa çıkmaya, hayata dönmeye başlıyor. Çin 10 günde sıfırdan hastane yaparak da adeta dünyaya göç gösterisi yaptı. Ama burası vatandaşlarını 24 saat gözlemleyip sokakta işemelerini, kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmelerini falan puan tabirine tutup “Black Mirror” misali cezalandıran bir rejim. Bu totaliter rejimlerde halk tepeden gelen yasakları mesela bir Fransız’ın sorgulayacağı gibi sorgulamayıp aynen kabul ediyor, ama bu sayede de yol alınıyor. Kuşkusuz insanın fikrindeki özgürlük idealleriyle pratik çözümlerin çatıştığı tuhaf bir süreç bu.
Türkiye ise pek demokrasi geleneğiyle bilinmiyor, çünkü sadece sınırlı demokrasiye yatkın bir insan malzemesi var. Tam da bu yüzden bizde otoriterlik tartışmaları, demokrasi kültürünün eksikliği, ifade özgürlüğünün önündeki engeller geniş kitlelerin meselesi olmadı hiçbir zaman. Ama eğer bir otoriterlikten söz edilecekse işe yarayacağı zaman tam da bu. Türk halkı dayanışma içine girip kendi kendine inisiyatif almak yerine sıkı yönetimi, devletin getireceği yasakları bekliyor olabilir mi?
Öte yandan, disiplin karşısında laçkalığımız, kuralları esnetebilme özelliğimiz de meşhur. Demokrasi geleneğinin kuvvetli olduğu ülkelerde genelde Cumhurbaşkanları “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz,” demiyor ne de olsa. Bir süre sonra her türlü yasağı delmenin yolunu bulmak konusunda epey başarılıyız. O yüzden, ne diyeyim, devlet elinden geleni yapsa bile sanki işimiz herkesten daha zor.