Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Film

        CONTAGION

        Steven Soderbergh’in 2011 tarihli bol yıldızlı filmi vizyona girdiğinde çok ses getirmemiş, daha çok Gwyneth Paltrow’un ölüm sahnesiyle konuşulmuştu. Merak etmeyin, spoiler değil çünkü filmin hemen başında ölüyor. Corona virüsü sayesinde bu filmin şimdi neredeyse adını duymayan kalmadı. iTunes’da en çok izlenen filmler arasında zirveye oynuyor. Üzerine yazılar çıkıyor, uzmanlar gerçekliğini tartışıyor. O zaman sinemada izlemiş ve surata dokunmamayı, kredi kartlarının virüs taşıdığını falan oradan öğrenmiştim.

        Konu şu: Filmdeki “hayali” salgın teknik olarak mümkün değil, ama bilimsel bilgiler, özellikle de yayılma şekline dair notlar hemen hemen doğru. Filmin en imkansız sonucuysa aşının bulunma hızı. Bir de Paltrow karakterinin taşıyıcı olması için birkaç gün geçmesi gerektiği, anında vürüsü yayamayacağı.Yine de “Contagion”ın son sahnesi yıllardır tıp fakültelerinde ders olarak gösteriliyordu, şimdi hepimiz ezberlemiş olduk. Filmin bugünü birebir anlatması meselesine gelince… Birçok başka salgın nasıl yayıldıysa Corona da ona benzer şekilde yayıldı, “Contagion” da geçmiş salgınların nasıl yayıldığı araştırılarak yazılmış bir film.

        *

        Dizi

        TREMÉ

        Virüsün küresel bir salgına dönüşmesinden hemen önce birkaç günlüğüne Mardi Gras zamanı New Orleans’a gittim. Ama bir türlü yazamadım, çünkü o seyahatten bugüne hayatımız değişti. Geri döndüğümde ise David Simon’ın zamanında görmezden geldiğim “Tremé” isimli dizini izlemeye başladım. “The Wire” hayranlarının iyi tanıdığı oyuncular ve temalar var. İlk sezonda John Goodman harika. Adını NOLA’nın bir semtinden alan “Tremé”nin en çarpıcı tarafı kentin hem gerçek karakterlerinden ilham alması, hem de gerçek müzisyenlere, mekanlara, tarihe yer vermesi. Dizinin kimi sahnelerinde dakikalarca müzik var. Bu aralar evinden çıkamayanlara çok iyi gelecek. Kişisel bir öneri: Sokak müzisyeni ve kemancı kızın macerasını atlaya atlaya izlerseniz hiçbir şey kaybetmez, vakit kazanırsınız. Ama bu aralar vakit kazanmaya ihtiyacımız var mı?

        *

        Yemek

        NOHUT YEMEĞİ

        Vegan beslenmek epeydir moda, ama Vuhan’da hayvanların bazen canlı canlı kesildiği açık hava pazarından yayılan Corona virüsünden sonra hayatımızın bir zorunluluğu olacak gibi etsizlik. Zaten çoktandır ineklerin dünyaya yaydığı gazdan dolayı kırmızı eti kesmemiz hayatta kalmamız için bir zorunluktu. Nohut yeniden itibar kazanması gereken mükemmel bir bakliyat böyle bir dönemde. Bir süre önce İnternet’i sarsan bir nohut yemeği tarifi vardı New York Times’da. Alison Roman’ın hindistancevizi sütlü nohut yemeğini aratın (“The Stew”) ve bol bol yapıp böyle bir dönemde evde yiyin.

        *

        Kitap

        HOMIE

        Önersem başkalarında karşılığı olmayacak kitaplar okuyorum, o yüzden çoktandır kitap önerisi de yapmıyorum. Masamın üstünde İsrail-Filistin çatışmasını oğulları ölen iki babanın perspektifinden 1001 bölümde anlatan (1001 Gece Masalları’na gönderme) Colum McCann’in yeni romanı “Apeirogon” okunmayı bekliyor. Bugünlerde başlarım herhalde. Son bitirdiğim iki kitaptansa çok etkilendim. Queer, poz ve siyah bir şair olan Danez Smith’in “Homie” adlı şiir kitabı ve Adam Rapp’in bir üniversite edebiyat hocasıyla öğrencisinin hikayesini anlattığı tiyatro oyunu “The Sound Inside.” Smith’in “Undetectable” şiiri New Yorker’da yayımlanmıştı daha önce: “Ölü bir çocuk bütün ormanı mezara döndürür. & orada, içimde, bütün o yeşilliğin ortasında. Meyve olduğunu sanmıştın” satırlarından çok etkilendim, çeviriyi iyi yapamamış olsam da.

        *

        Müzik

        90’LAR PLAYLIST’İ

        Blues Traveller
        Blues Traveller

        Liseye giderken her gün Ankara’dan yayın yapan “Türkiye’nin en sıcak müziği” adlı çeviri sloganlı, DJ’lerinin de çeviri Türkçeyle konuştuğu (benimkinden beter) Capital Radio’yu dinlerdim. O aralar kayıt yapan walkman’inden kasede çektiğim Top 40 şarkılarından geçelerde bir liste yaptım kendi kendime. İçinde Def Leppard’dan “When Love and Hate Collide” var mesela. 4 Non Blondes’ın “What’s Up” şarkısını hatırlıyorum ama o zaman da pek sevmezdim. Jimmy Sommerville’den “Safe in these Arms” ise günlerdir çalıyor. Hootie and the Blowfish ve Blues Traveller’ı da hatırladım o dönemden; “Hook”u hala dinleye dinleye eskitemedim ve her sabah çaldığında enerji veriyormuş gibi geliyor. Evde kalınca kaliteli müziğe değil, nostaljiye verdim kendimi sanırım. Bir de 80’lerin sonundan önerim var: Bu ayın sonunda Londra’da “Daddy” adlı bir oyuna gitmek istiyordum (Broadway’de kaçırmıştım) ama orada da perde açması ertelendi. Oyun biraz George Michael’ın “Father Figure” şarkısından esinlenmiş, onu da yeniden dinledim.

        Diğer Yazılar