Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İnsanın açgözlülüğünü bir kez daha görmek ve bir yandan hamburger yemek isterseniz…

        McDonald’s’ın ta 1987’de başlattığı ve zaman zaman sürdürdüğü bir Monopoly oyunu vardır. Patates kızartması kaplarından ya da içecek bardaklarından küçük çıkartmalar toplayıp ödül kazanıyorduk. Galiba bir-iki kere bedava patates kazanmıştım. Ama asıl büyük ödül bir milyon dolardı ve tabii ki hiçbirimize çıkmadı. Meğerse o bir milyon dolarlık ödülü kazanamamamızın bir nedeni varmış, çünkü oyuna hile karışmış. İşte “McMillions” belgeseli altı bölümde bu skandalı anlatıyor.

        İşin içinde İtalyan kökenli mafya da var, yaşlı bir adam, bir reklam şirketi, matbaacılar ve kolay yoldan zengin olma hayali kuran hamburger tüketicileri de. McDonald’s bile ilk başlarda neler döndüğünü anlamamış ve kurulan düzen uzun süre devam etmiş. Bir milyon dolarlık çıkartma hep birbirine yakın yerlerde, birbirini tanıyan insanlara çıkıyormuş ve o dönem gazeteciler bile şüphelenmemiş. Belgesel kağıt üzerinde durduğundan daha eğlenceli. En ilginç tarafı da bir dakika önce dalga geçtiğiniz insanlara bir dakika sonra acımanız.

        *

        Hiçbir şeye dair gibi gözüküp çok şeye değinen bir kitap okumak isterseniz…

        Woody Allen’ın kitabının adı tam da bu: “Apropos of Nothing” adlı otobiyografisi sanki bir 10 sene önce yazılsa farklı karşılanır, bambaşka bir havada okunurdu gibi geliyor. Ama şimdi daha yayımlanmadan tartışmaları beraberinde getirdi. Son anda yayımcısı bütün ifade özgürlüğü ilkelerini hiçe sayarak kitabı basmaktan vazgeçti, çünkü Mia Farrow’dan olan oğlu #MeToo döneminin gazetecisi Ronan Farrow boykot kampanyası düzenledi. Kitap sonunda başka bir yerden yayımlandı ama eleştirmenler önyagılardan bağımsız okuyamıyor.

        Kim ne derse desin çok kuvvetli bir kalemin içinde birçok ismin yer aldığı hayat hikayesi. Ama en ilginç tarafları Brooklyn’de geçirdiği çocukluğu ve Hitler dışında hiçbir konuda anlaşamayan anne-babasının hikayesi gibi. Kitabın sonunda uzun uzun kendisi hakkındaki iddialara da değiniyor Allen. Küçük kızını taciz ettiğine dair iddiaların hemen hepsini okumuş, mahkeme kayıtlarına kadar dalmış, Allen’ın bunlara yıllardır verdiği yanıtları da takip etmiş biri olarak bu tartışmalı tarihin bir kez daha üzerinden geçtim. Bu kitapta da o yılları bir kez daha okuduğumda Woody Allen’a karşı yapılan kampanya bir kez daha Mia Farrow’un anti-propagandası gibi gözüyor. Ya da Woody Allen gerçekten ikna edici.

        *

        Zamanında herkesin kötülediği ama aslında şaheser bir film için…

        “Ishtar” sinema tarihinde iyi hatırlanmıyor. Elaine May’in filmi yüksek bütçesi, eleştirmenlerden aldığı kötü not ve bir türlü vizyon tarihini tutturamamasıyla Hollywood için acı bir hatıra. Hatta Cola Cola’nın film işinden çıkmasının nedenlerinden biri olarak gösteriliyor. 2010’da Vanity Fair’de filmin çekimi ve vizyona girme sancıları hakkında uzun bir yazı vardı. Ama “Ishtar” aslında zamanında anlaşılmayan ve değeri şimdi bilinen mükemmel bir komedi.

        Başrolünde Dustin Hoffman ve Warren Beatty var, esas kız ise film boyunca esas oğlan kılığında gezen ve Beatty’nin o dönem aşk yaşadığı Isabelle Adjani. New York’ta başlayıp Fas’a giden, içinde Simon and Garfunkel’a özenen bir şarkıcı ikilinin, CIA’in, Ortadoğu’da darbe planlarının, isyancı örgütlerin ve kör bir devenin olduğu çorba gibi bir film. Konunun hiç önemi yok, çünkü her dakikası çok eğlenceli. Bir de filmde birbirinden kötü şarkılar var, dinledikçe daha da güzelleşiyor. Yine ikna olmayanlara şunu söyleyeyim: Birkaç yarım akıllı eleştirmenin zamanında “Ishtar” hakkında yazdıklarını boşverin; Quentin Tarantino ve Martin Scorsese’nin en sevdiği filmleden biri.

        *

        Sadece bu hafta sonu kendisine hamur yeme izni verenlere…

        Evimde un yok. Yıllardır gidip marketten un almışlığım, herhangi bir nedenle una ihtiyaç duyduğum ya da kullanmışlığım da yok. En son yaklaşık 10 sene önce kafayı pastaneciliğe taktığımda sürekli evde kekler, tatlılar pişirirdim ama o zamandan bu zamana elimi sürdüğümü hatırlamıyorum. Geçen gün dolapta nereden çıktıysa bir paket un buldum. Ne zaman alındığı, neden dolapta olduğu, ne kadar zamandır beklediği bile belli değil. Biri unutmuş olabilir mi? Ya da misafirlerden biri şarap yerine bir paket unla gelmişse?

        Karantina günlerinde herkes deli gibi ekmek yapmaya başladı ve bu sürecin sonunda birçok kişi ekşi maya uzmanı olarak evden çıkacak. Bir ara ben de ekmek yapmayı düşündüm ama kusursuz ekşi mayalı ekmeği yapmak ciddi bir yatırım demek. Hamurun bekletileceği kutu, şeklini alacağı kap, Kitchenaid gibi küçük mutfak eşyaları almak gerek. Ama her şeyden önce iki hafta boyunca da ekşi mayayı beslemek, yetiştirmek, sevmek, okşamak… O zamana kadar belki karantina biter diye hiç yatırıma kalkışmadım bile; zaten normalde ekmek de yemiyorum. Hem devir tasarruf devri, benim çıkardığım hesaba göre mükemmel ekmek yapmak için en az bin dolar harcamam gerekecekti.

        Dolapta o gizemli bir paket unu görünce ne yapılabilir diye düşündüm ve aklıma paratha geldi. Hindistan’ın lavaş ekmeği denebilecek paratha için sadece kaynar su, tuz ve un gerekiyor. Ölçüsünü hamur kıvamına gelene kadar tutturabilirsiniz. Bir bardak una yarım bardak su gibi. Ben bir parça zeytinyağı da koydum. Tuz kaçınılmaz tabii ki. Göz kararıyla oranlarla oynanabilir. Etiketi çıkartılmış ve temizlenmiş eski bir şarap şişesi de hamuru açmaya yarayacak. Sonra da tavada az yağ ile pişirilecek. Birkaç dakikalık mucize.

        *

        Müzik yerine podcast dinlemeyi tercih edenlere…

        Amazon yapımı “Homecoming” dizisinin ikinci sezonu başlıyor. Doğrusu Julia Roberts, Stephan James ve Bobby Cannavale’nin oynadığı bir mini dizi olarak kalır sanıyordum, çünkü anlatılacak hikaye bitmişti. “Mr. Robot” dizisinin yaratıcısı Sam Esmail’in aşırı stilize yönettiği “Homecoming” iki sezonluk bir podcast’ti sonuta. Diziyse iki sezonu birleştirmişti. Şimdi ikinci sezonu başlıyor dizinin, Stephan James var ama Julia Roberts ve Esmail yok.

        Mayıs 22’de nasıl bir şey olduğunu göreceğiz. İlkini geçebilecek mi, bakalım. Ama asıl önermek istediğim bir radyo oyunu tadındaki “Homecoming” podcast’i. Oscar Isaac, Catherine Keener ve David Schwimmer seslendiriyor karakterleri. Diziden çok daha etkileyici olduğuna iddiaya girerim. Çünkü bütün hikaye telesekreter mesajları ve telefon konuşmalarıyla ilerliyor, bu da tuhaf bir şekilde olan biteni görmekten daha etkileyici bir tecrübe.

        *

        BONUS ÖNERİ: Trump’a bile sorulan bir dizi…

        Geçenlerde Trump’a bir gazeteci sordu; “Joe Exotic’i affedecek misiniz,” diye. Amerikan Başkanı’nın bile gündemine gelen “Tiger King”i Amerika’da izlemeyen tek kişi benim herhalde. Ama o kadar çok duydum ki yedi bölümü izlememe gerek kalmadı sanki. Ama yine de çok merak ediyorum.

        Abartmıyorum, bütün Amerika bu belgeseli konuşuyor. Fazla Amerikan gelebilir. Tabii bir de izleyenleri eşcinselliğe özendirme meselesi de gündeme gelebilir. Ama dizi izleyip eşcinselliğe özenenler kendilerini kaplanın ağzına da atabilir. Sonuçta hayatta her şey bir tercih.

        Diğer Yazılar