Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Adını daha önce duymadığım, gösterisini izlemediğim bir komedyen önceki gün hapse girdi ve bu sayede adını da öğrendim, gösterisini de neymiş ne değilmiş öğreneyim diye izlemek zorunda kaldım. Esprilerinin kalitesini göstermesi açısından tek bir cümleyi cımbızla seçeceğim: Şems ve Mevlana ev arkadaşıymış, “Rumi”den belliymiş. Hapse girmesine sebep de Atatürk ve Mevlana’yı stand-up malzemesi yapması.

        Cumhuriyet değerlerinin erozyona uğradığının düşünüldüğü bir zeitgeist’ta Atatürk’le dalga geçilmesine tepki gelmesi anlaşılır. Bu konuyu basit bir ifade özgürlüğü meselesi olarak da algılamak zor, çünkü Atatürk de Mevlana da bu toplumda insanların şahsi bağ kurduğu figürler. Bu duygusal bağlılık adları telaffuz edildiğinde kurulacak ikinci cümlenin de duyulmasını engelliyor.

        Türkiye’de toplumun kutsallarına dokunmak mayınlı bir alandır, dikkatli ve ustaca yürümek gerekir. Her kesimin aynı anda tepkisini çekmek de o kadar kolay değildir; bu uyduruk stand-up’çıya yönelik nefret kutuplaşma tanımıyor. Haksız da değiller, çünkü ne ustalık ne de dikkatten söz edilebilir. Her iki esprinin de ortak bir sorunu var: Komik değiller ve dahası, kibarca nasıl söylenir bilmiyorum, ama ikisi de zeka özürlü.

        RENCİDE EDİCİ MİZAH NEDİR NE DEĞİLDİR

        Bu stand-up’çı “ofansif mizah” yapıyormuş; herhalde “rencide edici” demek istiyor. Belli ki Netflix’te izleyip malzeme çaldığı yabancı komedyenlerden “offensive humor” diye duymuş ve çevirmiş. Ne ilginç, Türkiye’de ofansa geçmek isteyenlerin de ilk olarak akıllarına Atatürk geliyor. Bu ofansif genç de kendince kutsallara saldırarak Ricky Gervais olmaya çalışıyor; her konunun, her tabuyu malzeme yapıp insanı rahatsız edecek kadar ileri gidebileceğini düşünüyor. Ama ufak bir sorun var: Gervais zeki ve komik, bu ise ikisi de değil sadece şuursuz.

        Kaldı ki Gervais’in rencide edici mizahı da kendi içinde bir şaka; dozu o kadar artıyor ki bir süre sonra rencide edici özelliğini yitiriyor, kendi kendisinin bir parodisine dönüşüyor. Bu nüansı belirleyen de mizahi zeka.

        “Ofansif mizah” nedir, bildiğinden de emin değilim. Yahudiler ve down sendromlular hakkında da şakaları olduğunu anlattığını duyunca ağzım açık kaldı. Ayrıca Kürt ve şişman şakaları da yapıyormuş. Ben de kendisinin bu cüreti nereden bulabildiğini merak ediyorum.

        Evrensel kural toplumu rencide edebilecek, belli bir kesimin hedef alan esprilerin en azından o hedef alınan kesimin içinden gelenler tarafından yapılması. Chris Rock siyahlar hakkında, Woody Allen da Yahudilik hakkında isteğini söyleyebilir; söylüyor zaten ve biz de bunlara gülüyoruz. Ama aynı esprileri dışarıdan birinin söyleme hakkı yok. Buna rağmen şuursuzlukta ısrar eden biri lince uğrarsa da arkasından tek bir kişi gelmez, gelmesi de beklenmez.

        Şu zorunlu açıklamayı yapmak da beni rencide ediyor, ama yanlış anlaşılmamak için söylemeliyim: Mizaha dair herhangi bir “ofans” kanuni yaptırımla değil, popüler kültürün kendi iç dinamikleriyle cezalandırılmalı ve terbiye edilmeli elbette. İlerlemek, çıtayı yükseltmek için hayati önem taşır çürüklerin ayıklanması ama bu görev polisin ve savcının değil, izleyicinin.

        İfade özgürlüğünün işlediği ülkelerde toplum kendi içinde bu mekanizmayı acımasızca çalıştırır; olması gereken de budur. Hiç kimse iş vermez, televizyona çıkarmaz, gösterisini sergileyecek salon bulamaz ve konu da böylece kapanıverir.

        En bilinen örneği yine hatırlatmak isterim: Güner Ümit’in hapse girmesi gerekmemişti. Ama o zamanlar neyin komik olup olmadığını ayırt edecek kadar çok seçeneğimiz vardı. Levent Kırca, Ferhan Şensoy, Zeki-Metin falan hala ekrandaydı. Bugün ana akımda böylesi bir mizah çeşitliliğinden bahsetmek mümkün değil.

        İHBAR KÜLTÜRÜ TANIDIK

        Yıllar içinde mizahın beli kırıla kırıla Türkiye gülmeyi de unuttu, komedinin kalitesini de ayırt edemez hale geldi. Komedinin Şahan’a kadar gerilediği bir ortamda bu çürümeye karşı farklı bir arayışa savrulanları anlıyorum. Bu tutuklanan stand-up’çının gösterisine gitmeyi bile alternatif sanıyorlar; öylesine seçeneksiz bırakılmışlar ki iyiyle kötüyü ayırt edemeden ilk bulduklarına gülebiliyorlar. Belli ki bir açlık var, boşluk da böyle ikinci sınıf tipler tarafından dolduruluyor.

        Bu bir toplumsal patolojidir. Ama her kötü esprinin ardından kapıya polis dayanması da bir o kadar sağlıksızdır iyi işlemesi gereken bir toplum için.

        Ne yazık ki bu yeni norm’u belirleyen de yaygın talep; hiç birbirimizi kandırmayalım. Sonuçta hiçbir devlet kendi insan malzemesinden bağımsız yürümez. Sevgilisiyle buluşan kızı annesine ihbar eden meraklı karşı komşu, hazır ol’da durmadı diye sınıf arkadaşını okul müdürüne şikayet eden o çok bilmiş öğrenci, yalnız yaşayan bekar kadın ya da erkeği evde fuhuş yapıyor diye yöneticiye şikayet eden o aşağılık apartman sakinleri falan bir yere kaybolmadı, evrim geçirmedi, daha fazla bilinçlenmedi. Sadece taksitle Çin malı akıllı telefon alıp “twitre”yi keşfettiler ve şimdi dışarının bütün çirkinliği bu foseptik çukurunda katlanarak hayat buluyor. Bir deli kuyuya taş attı da değil, çünkü çok deli var ve çok fazla kuyuya çok fazla taş atıyorlar. Kapıcısını, komşusunu, beğenmediği köşe yazısını, Netflix dizisini ya da uyduruk bir komedyeni @Emniyet diye üst mercilerin dikkatine sunmak yeni moda, ama bir o kadar da tanıdık. Belki de buradan mizah çıkmasını beklemek hata. Hiç güleceğim yok zaten.

        Konu yine halk ve mangal

        Şimdi alıntılayacağım satırları önceki gün Sabah gazetesinde okudum:

        “Lumpen proletaryaya ben de çok acıyorum. Kumarsız ve mangalsız kaldılar! Kumar oynamadan yaşayamazlar. Her cahile imlayı yanlış öğreten ‘iddaa’ iki seksen yattı, iddiası kalmadı. Eh, evde okey oynayıp hanımı ve çocukları ‘ütecek’ halin de yok... Futbol da yok tabii. Mangal da yok. Garibana da ya yasaklı park, ya da düpedüz ‘asfalt kenarı’ kalıyor. Ama orası da şimdi yasak. Zamparalık da ‘fiilen’ yasak, gerçi yol kenarında araba durdurup pazarlığa girişen fahişe görülmüş ama, sektörde işler kesik. Ne yapacak bu insanlar? Tolstoy mu okuyacaklar? Ya hanımı ya çocuğu dövecekler. Ya da, hakkında karantina kararı alınmış virüslü hastaya ‘geçmiş olsuna’ ve helalleşmeye gidecekler, sırayla sarılıp öpecekler.”

        Yazının tamamı bu değil, ama aşağı yukarı böyle. Bir yazarın yaşadığı toplumdan nefret etme hakkı var kuşkusuz. Bunu dile getirebilir de. Kendi ülkesi ve halkını aşağılayarak ünlenip Nobel alan yazar bile var sonuçta. (Hayır Orhan Pamuk’u kastetmiyorum.)

        Okuyunca rencide olmadım; belki dövecek çocuğum ya da hanımım olmadığından. Ama aklıma zamanında ortalığı birbirine kadar Mine G. Kırıkkanat’ın o meşhur mangal yazısı geldi. Ne hakaretler yemiş, ne linçe uğramıştı Kırıkkanat o zaman.

        Peki bu yukarıdaki yazının ondan farkı var mı? Mine G. en azından halkın eğitilebilir olacağını düşünüyordu, yukarıda alıntıladığım yazarsa halkın düpedüz yok olmasını istiyor, nefretini gizleme gereği dahi duymuyor. Ama aradaki fark sadece bu değil.

        Şimdi ne değişti peki, neden hiç ses çıkmıyor?

        Çünkü Türkiye’de infial kişiden kişiye göre değişir. Yazıyı yazan kişiye, yazdığı yere, yazarın cinsiyetine göre bile şekillenir. Demek ki bazılarının halka hakaret etme ayrıcalığı varmış.

        Diğer Yazılar