Amerikan çatışmasından notlar
-Kenosha-
Penceremden deniz fenerini, limana bağlanmış tekneleri, kayıkhaneyi, su kulelerini ve sabahın erken saatlerinde göle gelip balık tutanları görüyorum, belki de hayatım boyunca kaldığım en kötü otel odasından. Karşımda göl var, ama güvenlik nedenlerinden dolayı camı açamıyorum. Amerikan otellerinde, tıpkı ofis binalarında olduğu gibi bir başka çağdan kalma alışkanlıkla hava akışı sadece klimalarla sağlanıyor. Halbuki salgının ortasında temiz havanın, odaları cam açıp havalandırmanın ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş olmaları gerekirdi.
Alt-orta sınıf ailelerin tatil için 100 bin kişilik bu küçücük şehre gelip bu korkunç otelde kalmalarını canlandırıyorum gözümde. Gerçi neden birisi bu otele gelir, neden bu şehirde kalır diye de merak etmiyor değilim. Bugün bu otelde kalanların hiçbiri tatil için burada değil ama. Bu küçük şehirdeki otelin bütün odaları dolu, zaten başka otel de yok. Bütün konuklar da ya gazeteci ya da asker.
Biraz Ortadoğu’daki çatışmalar sırasında savaş muhabirlerinin konakladığı otelleri andırıyor. Yorucu bir çatışmanın altından otelin damından yayın yapan televizyoncular, otel barında bir sonraki çatışmanın hayalini kuran adrenalin bağımlısı savaş muhabirleri dolu bir ortam gibi lobi. Ne kadar lobi denebilirse tabii.
Ama Ortadoğu’da değiliz, Amerikan taşrasındayız, dışarıda da savaş yok.
POLİSİN TACİZİ
100 bin kişilik bu şehirde bin kişilik Ulusal Muhafız ordusu yolları kesmiş, barikat kurmuş, tanklarını, otobüslerini otelin otoparkına bırakmış durumda. Akşam 19:00’dan sabah 07:00’ye kadar sokağa çıkma yasağı var; bu sene sokağa çıkma yasağının konduğu başka şehirlere kıyasla çok daha katı uygulanıyor, çünkü çok daha katı uygulanması coğrafi olarak kolay.
“Dışarıda ne arıyorsun?” diyor arabasıyla yanıma yaklaşan kadın polis.
“Gazeteciyim,” diyorum.
“Biliyorsun gazeteciler sokağa çıkma yasağından muaf değil.”
“Hayır bilmiyorum,” diyorum. “Gazetecilerin sokağa çıkma yasağından muaf olmadıklarını ilk kez duyuyorum.”
“Evet öyle,” diyor. “Bu sana ilk uyarı.”
Gözümün içine baka baka yalan söylüyor, çünkü gazeteciler ve işe gitmek zorunda olan sıradan vatandaşlar için geçerli değil sokağa çıkma yasağı. Ertesi gün bunu resmi makamlara doğrulatacağım, ama o an orada tartışmak istemiyorum. Herkes gibi ben de polisten korkuyorum.
Polisin başka gazetecileri de böyle taciz ettiğini sonradan öğreniyorum. Sadece polis değil, halkın bir kısmı da gazetecilerin bu küçücük şehirde olmasından memnun değiller. Polis, yedi el ateş açarak felç ettiği Jacob Blake’in dünyanın gündemine gelmesinden de rahatsız. Halbuki bütün bunların çok daha basiti var: İnsanları öldürmemek.
PROTESTOLAR BİTMEK BİLMİYOR
Amerika’da aylardır süren protestoların da ana mesajı polisin artık insanları öldürmekten vazgeçmesi. Protestoların aylardır sürmesinin nedeniyse polisin bu alışkanlığından bir türlü vazgeçememesi. Daha Kenosha’ya geldiğim akşam Los Angeles’ta yine bir siyahın polis tarafından öldürüldüğü haberi geldi.
Protestoların mesajı istikrarlı, ama algılanış biçimi hızla değişiyor. Bunu en net burada görmek mümkün. Geçen hafta 17 yaşındaki aşırı sağcı bir genç eline yarı otomatik tüfek alıp özel mülkiyeti ve işyerlerini korumak adına protestoların ortasına daldı. İki kişiyi öldürdü, bir kişiyi yaraladı elini kolunu sallayarak polisin ve muhafızların önünden yürüdü. Beni durduran polis koskoca tüfekle caddenin ortasında dolaşan bu gence hiçbir şey demedi.
Belki önyargı, ama önyargılara sahip olmak da emek istiyor, dev tekerlekli kamyonetini süren, kafalarına geçirdikleri bandalar, tenlerindeki dövmeler, bıyıklarıyla benzincide gördüğüm beyaz erkeklerden giderek daha fazla korkmaya başlıyorum. Silahları olduğuna eminimi, silahlarını çekmekte tereddüt etmeyeceklerine de. Üstelik yanlarına kar kalabileceklerini de görüyorlar. Önceki gün Trump o 17 yaşındaki katili savunuyordu örneğin. Sağcılar arasında kahraman seviyesine yükseldi.
TRUMP BÖYLE KAZANACAK
Ne Trump’a ne de Biden’a oy vereceğini söyleyen bir emekli asker bana “Yeter,” diyor. “Black Lives Matter da, Antifa da artık şehrimizden gitsin. Siz de gidin.” Trump’a oy vermiyor, ama Trump’ın Antifa yalanına inanıyor.
“Burada Vietnam gazileri için bir anıt vardı, bayrakları yaktılar,” diyor. “Yeniden buraya bayrak asılması için uğraşıyorum ama hiç kimseye ulaşamıyorum tabii bu saatte.” Sabah 07:00’de yanıma gelip kendi kendine anlatmaya başlıyor.
Bu itirazın sokakta, özellikle bazen Demokratlara bazen de Cumhuriyetçilere oy veren Wisconsin eyaletinde karşılığı var. Tam ortadaki seçmen, hatta ortanın sağına yakın olanlar televizyonlardan gördükleri yağmalama, kundaklama görüntülerinin kendi kapılarına da dayanabilme ihtimalinden korkuyorlar. Huzurlu mahallelerini, her gün gittikleri çarşıyı, güvenli sokaklarını kaybetmek istemiyorlar. Göstericilerse mesajlarının sadece belli bir dozda şiddetle olabileceğine inandığı için vazgeçmiyor; tatlı dilden anlamıyor baskıcı sınıf onlara göre, artık tahammül sınırı aşıldı.
Bu durum Amerikan şehirlerini kısır döngüye hapsediyor. Protestoların haklı olduğunu düşünenler bile kendi mahallelerinde karışıklık istemiyor. Evlerini, arabalarını kaybetmeme derdinler; sistemsel bir çözümün ve değişimin epey sancılı yollarında mücadele etmektense.
Ne Vali ne de Belediye Başkanı istiyor Donald Trump’ı, ama o bugün ısrarla Kenosha’yı ziyaret ediyor. Çünkü yerel yönetimlerde karşılığı olmasa bile sokakta var. Orta yolcu seçmenin korkularını kaşıyarak, kendisinin ve tabanının da katkısının az olmadığı kaosu sadece kendisinin bastırabileceğini anlatarak seçimi kazanma hesabı yapıyor. Donald Trump’ın ilk günden beri ikinci kez seçilmesinin sanıldığı -ya da Amerikan medyasının düşündüğü gibi- zor olmayacağını biliyordum. Şimdi çok daha eminim.