Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dergiciliğin en görkemli yıllarında Condé Nast dergi grubunun İngiltere operasyonlarının başında olan Nicholas Coleridge sık sık New York’tan Londra’ya ziyarete gelen dönemin Vanity Fair dergisinin yayın yönetmeni Graydon Carter onuruna öğlen yemekleri düzenliyor. Oyuncuların, siyasetçilerin, gazetecilerin katıldığı bu yemekler de dergi grubunun yönetim katında yapılır, Londra’da “Vogue House” olarak bilinen Hanover Square’deki binada.

        Bir seferinde masada kadın-erkek dengesinin tutmayacağı anlaşılınca Coleridge’in aklına Diana’yı davet etmek gelir. Charles’dan ayrılan Diana o aralar Kraliyet Ailesi’nden dışlanmış, tek başına Kensington Sarayı’nda yaşıyor. Coleridge de şoförüyle davetiyeyi kapıya bıraktırır: Prenses yemeğe katılmak ister mi?

        Birkaç dakika içinde Diana’dan teyit telefonu gelir, seve seve katılacağını bildirir. Ama yemekten bir gün önce Daily Mirror gazetesi Diana’nın İspanya’da çekilmiş üstsüz fotoğraflarını basar. Epey bulanık ve pek bir şey anlaşılmayan bu fotoğraflar yüzünden yine de İngiltere’de ortalık karışır. Zaten o dönem Diana nefes alsa Kraliyet skandalı olurdu.

        Condé Nast’çiler bu durumda kesinlikle Diana’nın yemeği iptal edeceğini düşünüyor, ama basın danışmanı arayarak katılacağını bir kez daha teyit ediyor. Prensesin tek bir ricası var: “Ne olur ama ne olur basın duymasın.”

        REKLAM

        Sofrada Carter ve Coleridge’in arasına oturan Diana iki gazeteciyle de dokunarak sohbet eder. Eli zaman zaman birinin dirseğine ya da koluna değer, zaman zaman elini yanındakinin elinin üzerine koyar.

        Coleridge yemek sırasında Diana’nın filtresiz ve çok içten konuştuğunu yazıyor.

        “Nicholas sana bir şey soracağım, Daily Mirror’daki fotoğraflarımı gördün mü­­?” diye sorar Prenses. “Eton’dan Harry aradı. Zavallı çocuk, sadece 14 yaşında. Arkadaşları onunla dalga geçiyormuş, annenin memeleri çok küçük diye. Sahiden çok mu küçük?”

        Neye uğradığını şaşıran Coleridge kızarır: “Kıyafetinizden gördüğüm kadarıyla gayet iyi, hiç dert etmem.”

        Vogue binasının çıkışında paparazzi Diana’nın kısa sürede binlerce fotoğrafını çeker. Ertesi gün yemeğe katıldığını kimin sızdırdığını araştıran Coleridge bir gazeteci arkadaşından işin gerçeğini öğrenir. Yemeğe gitmek üzereyken arabadan fotoğrafçıları arayıp haber veren kişi bizzat Diana’nın kendisiymiş. Sık sık yaptığı gibi paparazzi’ye önceden nerede olacağını haber veriyor. Dodi Fayed’nin yatında ya da Paris’te bir otelde.

        Diana efsanesi hala sürüyor

        Diana efsanesi hala sürüyor
        0:00 / 0:00

        Diana’yla ilgili bu anıyı Nicholas Coleridge’in zaman zaman yüksek sesle kahkahalar atarak okuduğum “The Glossy Years” adlı kitabından aldım. Türkiye “Bir Başkadır” dizisini izleyedursun, dünyanın geri kalanı haftalardır bir başka Netflix dizisiyle meşgul. “The Crown”ın dördüncü sezonundan bahsediyorum. Günlerdir İngiliz basınında “Diana sezonunun” gerçeklere ne kadar sadık olup olmadığı tartışılıyor. Dizinin yaratıcısı Peter Morgan tarihi drama etkisi adına epey eğip bükmüş ve İngiliz tarihçilerinden bir kısmı bu duruma öfke dolu.

        Bir yandan da Diana yeniden hatırlanıyor. Kara koyun grafikli kazağı bile yeniden satışa çıktı. Her yerde Diana fotoğrafları, belgeseller, geçmişin tanıklıkları tekrar karşımıza çıkıyor. Sahi, hiç tanışmadığı rahmetli kayınvalidesinin yeniden parlayan yıldızını kıskandığı için mi Meghan kendini ortaya attı yine, pandemi konusunda o uyduruk yazıyı yazdı geçenlerde? Ne Meghan, ne Kate… Hiçbiri Diana değil, olamaz da. Bunca sene sonra hala Diana konuşuluyorsa onda pek az insana nasip olacak bir ışık var demektir, hakikaten de insanların kalbine dokunmuş.

        Bu yüzden “The Crown”ın dördüncü sezonunu da iki günde bitirdim. İzlemeden duramadım. Hatta Avustralya seyahati bölümünü bir kez daha izleyeceğim. Çünkü “İngiltere’nin gülü” Diana’nın kandili sönse de efsanesi sönmedi.

        REKLAM

        NE DOĞRU NE DEĞİL

        “The Crown” hem 16 yaşındaki Diana Spencer’ın sinameki Charles’la tanışmasını işliyor, hem de Margaret Thatcher’ın siyaset sahnesinde yükselmesine odaklanıyor. Hayır, dizideki gibi Thatcher asla Kraliçe Elizabeth’in yüzüne karşı kabalaşmadı, ondan parlamentoyu lağvetmesini istemedi. Hayır, Diana ilk kez Charles’ın karşısına yeşil tiyatro kostümüyle çıkmadı. Hayır, Thatcher’ın Falkland Savaşı’nı başlatmasının nedeni rallici oğlunun Afrika’da kaybolmasından duyduğu üzüntü değil. Ve, hayır, evlenmeden önce de bir asilzade olan Diana oturup kalkmasını, Kraliyet adetlerini, Kraliçe’nin önünde nasıl davranmasını gerektiğini zaten çok iyi biliyordu.

        Ama, evet, Diana paten kaydı. Gerçi Buckingham Sarayı’nda mı yoksa Kensington’da mı olduğu konusu biraz muğlak. Ama genç bir kadın olarak adeta saraya hapsedilen Diana tek başına sıkıntıdan patlıyordu.

        Dizinin doğru yansıttığı bölümlerin bir kısmı gerçek olamayacak kadar tuhaf aslında. Ama Diana’nın “Uptown Girl” şarkısında sahnede dans etmesi hakikaten yaşandı, geçenlerde sahnedeki partneri bu konuyla ilgili söyleşi verdi hatta. Kocasının doğum günü için “Operadaki Hayalet” müzikalinden bir şarkıyı orkestra eşliğinde seslendirip video kaydı yaptırması da doğru. Ve gerçekten de Charles ve Diana evli olmalarına rağmen ayrı hayatlar yaşarken Prenses Anne’in de dikkat çektiği gibi Kensington Sarayı’na giren çıkanın haddi hesabının yoktu. Diana eşinden bulamadığı ilgiyi başkalarında arıyordu.

        REKLAM

        Sonuçta gerçek aşk her zaman Charles ve Camilla arasında olandı; bu aşk dizide de yansıtıldığı gibi Diana’dan çok önce başlamıştı ama aileden onay çıkmamıştı. Diana ise ömrünün son anına kadar hep sevilmek istiyordu ama bir türlü mutluluğu bulamadı. Gerçek bir prenses, gerçek bir prenses masalı yaşamak istedi.

        HALKIN PRENSESİ

        Paris’teki o trafik kazasında öldüğünde sadece 36 yaşındaydı Diana. Kraliyet Ailesi’nden dışlanmış olsa da dönenim Başbakanı Tony Blair’in dediği gibi “Halkın prensesiydi.” Hem yaşarken, hem de ölümünden sonra efsanesi sürdü, sürmeye devam ediyor. “The Crown”ın özellikle bu dördüncü sezonunda bu kadar ilgi çekmesinin nedeni de Diana’nın ilk defa ekranda bu kadar gerçeğe sadık canlandırılması.

        Tabii ki Diana hakkındaki bütün kurgu eserler (filmler, tiyatro oyunları, müzikaller) gibi “The Crown” da halkın prensesini romantik bir bakış açısıyla anıyor. Diana mitolojisinde en ufak bir olumsuz söze yer yok. Dizi de yaygın kanıyı bir kez daha tekrar ediyor: Düşman Kraliyet Ailesi masum Diana’yı eziyor.

        Komplo teorisyenleri hiç heveslenmesin ama. Diana hakkındaki en kapsamlı kitabı yazan Tina Brown’ın ayrıntılı inceleme ve araştırması sonucu vardığı sonuç Paris’teki trafik kazasının gerçekten sadece Paris’teki bir trafik kazası olduğu.

        Diğer Yazılar