Kaset olayı
Deniz Baykal kasetinin çıktığı geceyi çok net hatırlıyorum. Evimde bir yemek vardı, tam sonlarına doğru bir arkadaşım giderayak ödünç kitap almak için kitaplığa yönelmişti. Parmağını uzatıp yüzlerce kitap arasından rastgele seçtiği bir tanesini bana sorduğu anda elektrikler kesildi. İstanbul’da elektrik kesilmesi sıra dışı bir durum değil, ama bir-iki dakika sonra yeniden gelmesi şaşırtıcıydı.
Arkadaşım seçtiği kitabı ödünç aldı mı almadı mı, hatırlamıyorum. Ama kısa süre sonra herkes gitti, ben de yatmadan önce bilgisayar başına geçip son haberlere bakmaya başladım. Elektriklerin kesildiği anda FETÖ’cü bir sitenin Deniz Baykal’ın kasetini yayınladığını gördüm. O an kitaplıktan rastgele seçilmiş o roman daha fazla anlam kazandı. Ian McEwan’ın Türkçeye “Amsterdam’da Düello” diye çevrilen kitabıydı arkadaşımın bana sorduğu. Konusu seks skandalı ortaya çıkan bir siyasetçi.
Baykal’ı istifaya götüren süreçte “Amsterdam” hiç aklımdan çıkmadı, ama çok kişinin okumadığını, okuyan çok kişinin de bu bağlantıdan benim kadar anlam çıkarmadığını gördüm. Oysa üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra hala o romanı ve Baykal’ın istifasının haklı olup olmadığını kendi vicdanımda tartıyorum. Bugünlerde, CHP yeniden –büyük ihtimalle– cinsel içerikli bir kaset şantajıyla tartışılırken yine McEwan aklımda.
İSTİFA ÇAĞRISI HATALIYDI
Normal şartlarda böylesi –bu durumda kadın kıyafetleri giyen bir erkek politikacı– bir skandaldan sonra hedefe olan siyasetçinin istifası beklenir. En ilerici demokrasilerde bile oyunun kuralları genellikle böyle işler. Ancak McEwan’ın romanı bu bilindik ezberi bozuyor, siyasetçinin fotoğraflarını yayımlamak ve çöküşünü hazırlamak olan genel yayın yönetmenini kurban ediyor. Tam gazetenin sayfaları skandal fotoğraflarla çizilirken, politikacının eşi basın toplantısı yapıyor ve konunun özel hayat meselesi olduğunu söylüyor, fotoğrafları bildiğini ekliyor. Bu basın toplantısının ardından kamuoyu desteği politikacıdan yana dönüyor, gazetecinin kendi çöküşü başlıyor. Görevinden istifa eden de politikacı değil, gazeteci oluyor.
Deniz Baykal kaseti sızdırıldığında da ilk tepkim özel-hayata-kim-karışır olmuştu, ama birkaç gün sonra ben de medyanın tamamı gibi onu istifaya davet eden yazılar yazdım. Doğru tavır alıp almadığım konusunda hala kendimi sorguluyorum. Zira o günlerde Baykal’ın yaptığı birkaç çıkış ve sert muhalefetle yıldızı parlıyordu; blucinlerini giyip “genç lider” pozu verdiği 90’lardan beri aradığı çıkışı nihayet yakalamış, hatta Yılmaz Özdil bir söyleşide onun için “Başbakan olacak,” demişti. Bu kaset olası bir yükselişi önlemek için düzenlenmiş bir komploydu besbelli. Medyanın tavrı ilkesel olarak şantaja karşı tavır almaktı, kasetin içeriğine değil.
Ancak Deniz Baykal kaseti sadece eşini aldatan evli bir erkek ya da siyasi parti liderinin gayrimeşru ilişkisi değildi. O dönem Erdoğan’ın “Özel değil, genel!” sözü çok eleştirildi. Ama Baykal kasetinde sahiden de geneli ilgilendiren bir taraf vardı: Üçüncü kişi herhangi bir kadın değil, bu ilişki sayesinde milletvekili yapılmış, partiye oy veren insanları temsil eden, hayatımız açısından kritik olacak oylamalarda liyakat sonucu değil özel ilişkisi yüzünden el kaldıracak konuma yükselmişti. Kim bilir bu koltuğu hak eden nitelikli kaç kişinin üstü çizilmişti onu milletvekili seçtirebilmek için. Dahası bir kişinin bile böyle milletvekili yapılması diğerlerinin de seçilme kriterleri üzerinde soru işaretleri oluşturuyordu.
O zamanlar daha idealisttim sanırım; siyasette de özellikle sol partilerin belli ilkelere ve standartlara tabi tutulması gerektiğine inanıyor olmalıydım. İtirazım ilişkiye değil; bana ne. Mitterand’ın gizli kızı, JFK’in Beyaz Saray bahçesindeki seks partileri veya Donald Trump’ın porno yıldızıyla birlikte olması da siyasi mesele değil. İtirazım liyakatin çiğnenmesine.
Bugünden bakınca sanki Türk siyasetinde herkesin uymak zorunda olduğu böylesi bir standart varmış, herkes de ona tabiymiş gibi zannetmişiz galiba. Ne liyakat, ne özel hayatın gizliliği. Belki İskandinav sosyal demokrasilerinde karşılığını bulabilecek bir hassasiyet bu en fazla. Bence basının tavrı, benim de duruşum bu açıdan haksızdı.
Gerçi basına kalmadan da Baykal’ın ipi çoktan çekilmişti. Bir, partisi ona adeta darbe yaptı ve istifaya zorladı. İki, Baykal belki koltuğunu korur diye FETÖ’ye göz kırparak hayatının hatasını yaptı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘aday olmayacağını’ yazıyordu basın. Ben arayıp sorduğumdaysa “Cümlenin tamamını okuyun, ben öyle bir şey demedim,” diye adaylığa hazır olduğunu söyledi. Demek ki Baykal’ın kararına kalmamıştı artık partinin geleceği.
DOĞRU TAVIR HANGİSİ
Yeni bir kaset skandalının pençesindeki CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun kaseti olduğu söylenen milletvekili için “Hemen istifa etsin,” dediğini okuyorum. Başka CHP’lilerin gayrimeşru ilişkileri çıktığında gösterilen hoşgörü iki belediye işçisinin evine yolsuzluk belgesi almak için gidip, bari-içeri-gireyim-hadi-bir-kadeh-içelim-geç-oldu-burada-kalayım diyen vekilden esirgeniyor. Herkesin anlattığına göre değişiyor, ama olayın gelişme anı en klişe gay pornosunun girişi gibi.
Tabii bu sefer yorumlar görmediğimiz bir kaset üzerinden yapıyoruz. Bu haberi tefrika etmek de kendi hayatının renksizliğinde boğulmuş, ne seksten ne skandaldan anlayan yeni kuşak Ankara gazetecilerinin kuru anlatımına kaldı. Bana kalsa Denizli’deki belediye işçileriyle bir moda çekimi yaptırırdım.
İşin esprisi bir yana, gerçekten ilkeden söz edilebilecek, kasetin içeriğindense şantajdan söz edebileceğimiz bir durum varsa budur. CHP’nin vekili istifaya zorlaması apayrı bir rezillik, vekilin “olmadığını” ispatlayacağı iddiası ayrı komik. Günlerdir düşünüyorum, düşünüyoruz. “Olduğunu” ispatlamak kolay, ama “olmadığı” nasıl ispatlanır içinden çıkamadım. Ortada ispatlanacak tek durum kaset olayının, her kaset olayında olduğu gibi bir şantaj içerdiği. Dolap Denizli’de de Amsterdam’da da dolaptır—bu cümleyi bir yerden uyarladım. Ama şantaj da hem Denizli’de hem Amsterdam’da hem de Ankara’da şantajdır. Asıl duruş her ne pahasına olursa olsun bu şantaja karşı koymaktır.