Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Çağdaş sanat birkaç sene önce Miami’deki Art Basel’de öldü, cenazesini de 120 bin dolara sattığı muzla Maurizio Cattelan kaldırdı. Duvara bantla yapıştırılmış muz veya “Comedian” isimli eser sanatın furyaya dönüştüğünü gösteren, işin çığırından çıkıp bir şaka olmaya başladığına en yüksek yerden gelen itirazdı. Saçmalık o muzla zirveye ulaştı, o aşamadan sonra aslında hepimiz biraz yerimizden sarsıldık, kendisine sanat diyen olur olmaz her saçmalığı ne kadar entelektüel olduğumuzu göstermek için kabul edip, alkışlamak, beğenmek zorunluluğumuzdan kurtulduk. Hiç olmadıysa iyiyle kötüyü ayırt ettirdi o muz.

        Cattelan isyanında da haksız değildi, Andy Warhol’un konserve çorba kutularından Yoko Ono’nun yeşil elmasına kadar ikonlaşmış işleri gören birçok kendini bilmez “Ben de aynısını yaparım,” diye yola çıkıp sanata benzeyen şeyler yapmaya çalıştı, özellikle Türkiye’de pek çoğu dekoratif obje üretmekle kendi kendine komik duruma düşmenin tuzağından kaçamadı. Refik Anadol gibi bazılarıysa formülü çözdü, oyunu kuralına göre oynadı ve başımıza “uluslararası sanatçı”olarak kakıldı. Meğer içinde bir Demet Akalın varmış; yaptığı işleri eleştirenlere dev uydu anteni fotoğrafı gösterip “Çekemeyen anten taksın,” imasıyla laf sokarken ortaya çıktı. Yine de laf sokmanın kraliçesi Demet Akalın’ın kendisini mezzo-soprano sandığını zannetmiyorum. Ama Refik Anadol ciddi ciddi kendisini uluslararası alanda adı geçen çağdaş sanatçı sanıyor.

        Refik Anadol
        Refik Anadol

        SANATÇI OLMAK ÇOK KOLAY

        Hatırlayanlar olacaktır, 2000’lerin başında İstanbul’un hemen her billboard’unda iki dişinin arasında üzerinde “Sorry” yazılı küp sıkıştırmış bir adamın portresi aslıydı. “Benim pergelim kare çizer,” sloganıyla şehrin dört bir yanını kaplayan bu afişlerdeki isim Türk reklamcılığının dahi çocuklarından Alinur Velidedeoğlu’ydu. En iyi bildiği iş reklam olduğu için kendi reklamını herkesin diline dolamayı başarmıştı, Dolmabahçe’de açtığı sergisine sanatla hiç ilgisi olmayan insanların bile akın akın gitmesini sağlamış ve kendinden konuşturmuştu. Rakamları hatırlamıyorum, ama bir zamanın ziyaretçi rekorunu elinde tuttuğuna eminim.

        Bu sergi Türkiye’de kültür-sanat dünyasına kabul vizesini verdiğini düşünen “Upper Cihangir”de infial yarattı tabii ki. Entelektüel olmanın koşullarından biriydi o birkaç hafta boyunca Velidedeoğlu’ndan ve aralarında trajik Türk socialite’ı Derin Mermerci gibi kadınların topuklu ayakkabılarını duvara çivilediği tablolarından nefret etmek. Kültür-sanat dünyasının, eleştirmenlerin, köşe yazarlarının, hatta o dönem tüm şımarıklığımla gidip ona haddini bildirmeye kalkan benim bir türlü kabul etmek istemediğimiz sanat yapabilme cüretini kendinde görmesiydi.

        Bugün baktığımda farklı düşünüyorum; sırf sonradan onu tanıyıp arkadaş olduğum için değil. Velidedeoğlu’nun sergi açtığı dönem çağdaş sanatın iyice ticarileştiği bir dönemdi. Vaktinin büyük bölümünü New York’ta geçirdiği için oradaki sanat dünyasında olan bitenleri yakından takip edebilme lüksüne sahipti—henüz New York hepimize uzaktı. Sanattan kolay paralar yapılmaya başlanmış, çok etkileyici olmayan işlerle birtakım isimler büyük paralar kaldırmaya başlamış, bugün piyasadaki sanatçı enflasyonunun kökleri o günlerde sanat okullarına kaydolanlar sayesinde salınmıştı. Charles Saatchi gibi isimler genç sanatçıların işlerini toplu halde satın alıp piyasayı kızıştırıyor, sonra anında koleksiyonlarını elden çıkartıp o genç isimleri çöpe atıveriyordu. Bir-iki cep kitabı okuyarak – Saatchi’ninkiler de olabilir – sanatçı olmaya özenmek kolaydı.

        REKLAM

        Alinur Velidedeoğlu’nun sanat girişimin iki ana nedeninden biri bu olabilirdi: Herkes sanatçı oluyor ben neden olmayayım? Ama her birine satılmayacağını bile bile astronomik fiyat etiketleri koymuş, dahası sergi için cebinden servet harcamıştı. İşçiliğinden bile belliydi.

        Demek ki para kazanma kaygısı yoktu. Aksine sanat yapmanın ve sanatçı olmanın günümüzde ne kadar kolay olabileceğini burnundan kıl aldırmayan kültür-sanat dünyasının, Upper Cihangir’in, sanat galerilerinin, müzelerin, bizim gözümüze soktu. Asıl slogan “Sorry” yerine “Fuck you” olmalıydı sanki. Bugünden baktığımda asıl sanat da serginin içeriği değil, böyle bir sergiyi açma eylemi: Bir performans sanatı girişimi olarak cüret. Sorry.

        TAM BİR AVM SANATÇISI

        Bugün asıl parodi Refik Anadol. Son 20 yılda onun gibi AVM sanatçılarına çok yol açıldı. AVM’den kastım Roppongi Hills, sanatçıdan da Louise Bourgeois değil. Daha mütevazı, Cevahir sanki. Refik Anadol’un işleri buralara ait: Teknik, renkler, işleyiş mükemmel, gösteriye yönelik ama derinliği yok. Sözde veri ve ciddi temalar içeriyor, ama kullandığı imajların birbiriyle bağlantısı eksik, ne demek istediği ya da neyi temsil ettiği anlaşılmıyor. Ama, itiraz edemeyeceğim, göze güzel görünüyor. Yayoi Kusama’dan arakladığı sonsuzluk odasına Austin’de bir kongre salonunun koridorunda dalmıştım. İki adım ötede amatör müzisyenlere bedava matara ve sırt çantası dağıtıyorlardı.

        Anadol’un Los Angeles’taki Walt Disney konser salonuna yaptığı dijital kaplama da bu anlamda tam yerli yerine oturuyor: Disney gibi steril, risksiz, ana akım ve derinlikten uzak. Disneyland’in kapanış saatlerine doğru çok meşhur, göz kamaştırıcı bir ışık şovu vardır; onun kadar sanat Anadol da. İkisinin de girişinde kuyruk var.

        Amerikalıları tavlayarak, oradan buradan bütçe desteği bularak, akılda kalıcı tek bir eser üretmeden, kolay tüketime dayalı, ilham vermeyi değil anlık eğlendirmeyi amaçlayan işleriyle bugüne kadar “uluslararası sanatçı” olarak geldi. Ben bir süre daha devam eder diye düşünüyordum, ama ABD’de deniz tükendikten sonra Türklüğünü keşfeden Mehmet Öz gibi o da şimdiden yine İstanbul’a düştüyse muzun kabuğu kararmaya başladı demektir. Şimdi o duvardaki muzla istediğini yapabilir—düzey düşürülecekse onu da biz düşürürüz. Ama o muza baktıkça en çok kendi ait olduğu yeri görecektir. İneklerin Anadol otomobillerin kaportalarını yediklerine dair bir şehir efsanesi vardı hani; zorlama bağlantı falan ama kendimi tutamadım. Sorry.

        Diğer Yazılar