Ayak meraklısı erkekler ve birikmiş Pazar notlarım
Toplumsal ahlakın rating’le savaşı
Armağan Çağlayan’ın YouTube kanalında Erdal Özyağcılar ile yaptığı söyleşiyi baştan sona izledim. Çağlayan rekorlar kırıyor, ama ben özel olarak büyük bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Özyağcılar’ı merak ediyordum. “Ayak fetişisti” olduğunu açıkladığı ve bu konu haber olduğu için değil; daha evvel de yazılmıştı zaten. Ama Türkiye’nin yakın geçmişindeki çok ilginç bir kırılma noktasında Özyağcılar önemli bir rol oynar, nedense bu konu hiç konuşulmaz. Acaba yaklaşık bir saatlik söyleşide bu konuya değinilecek mi, diye merak ettim.
Hafızamı yoklamak için o dönem bu konularda yazan, şimdinin Milliyet yazarı Asu Maro’dan da teyit ettim. Olay şu: 90’larda “Şehnaz Tango” dizisi boşanmış çocuklu çift Şehnaz (Perran Kutman) ve Muhsin’in (Özyağcılar) tekrar birleşebilme ihtimalleri üzerine kuruluydu. Türkiye bu diziyi iki eski aşık yeniden kavuşacaklar mı diye merakla izledi, izledi, sonunda izlemeyi bıraktı. Çünkü Özyağcılar pat diye diziden ayrıldı, Şehnaz da boşandığı eşini unutup Levent Özdilek’in canlandırdığı bir başka adama aşık oldu. Yerleşik değerleri, ezberleri, kendisinden beklenenleri terk edip dönemin moda kitabının dediği gibi yüreğinin götürdüğü yere gitti. Ancak izleyici çapkın Özdilek’in Şehnaz’ı yoldan çıkardığını düşündü ve izlemeyi bıraktı. Kısacası ahlakçılık galip geldi, Türk izleyicisi bir kadının kendi tercihini yapmasını kabullenemedi. Televizyon tarihi açısından incelenesi sosyolojik bir deneydir aslında, olayın tam merkezinde de Özyağcılar duruyor. Diziden ayrılmasa belki bu tuhaf ahlakçılık hiç ortaya çıkmamış olacak, yazarlar da izleyicinin beklediğini vereceklerdi. Ama Türkiye’nin kadına bakışı açısından ilginç bir deneydi.
Ne yazık ki söyleşide bu konuya hiç değinilmiyor, oysa üzerine belgesel çekilir. Dahası hem “Şehnaz Tango”yu hem “Bizimkiler”i yarıda bırakan Özyağcılar’ın bu tercihleri de hiç konuşulmuyor. Belli bir aşamadan sonra bıkıyor, sıkılıyor, bırakıyor. Ama neden, neden hep bırakıyor diye hep merak ederim.
Buradan bir #MeToo olayı çıkar mı
Erdal Özyağcılar hala evli olduğu eşi Güzin Özyağcılar (née Koçak) ile çıkmaya başlamadan önce ayaklarını nasıl gördüğünü anlatıyor. Komik bir anekdot, ama bugünün bakış açısıyla düşündüğümüzde bu işin altından bir #MeToo olayı çıkar mı diye merak ediyorum. Özyağcılar’ın arkadaşları Güzin’i ellerinden tutuyor, zorla çizmelerini çıkartıp ayaklarını gösteriyorlar. Erkeklerin kendi kendilerine saçmaladıkları bir olay, bir erkek / eşek şakası, kimse de pek alınmıyor. Zaten sonradan evleniyorlar, mutlu bir ev ve verimli bir iş hayatları, iki de çocukları oluyor.
Ama… Şahıslardan tamamen bağımsız olarak düşünelim.
Birkaç erkeğin bir kadını zorla tutması, ayakkabılarını çıkartıp ayaklarını göstermesi, ne kadar şaka olursa olsun, biraz rahatsız edici değil mi? Asıl sorum bu değil ama. Taraflar bunun bir #MeToo olayı olduğunu düşünmüyor, bu konuda rahatsızlık duymuyorsa dışarıdan bakanların etiketleme ve kınama hakkı var mı?
Soru soran gazeteciye saldırma hastalığına teşhis
Seçim gecesi ortadan kaybolan, artık korkutulduğu için mi yoksa iddia edildiği gibi içkiyi kaçırdığından mı hiçbir açıklama yapmayan Muharrem İnce’nin “Adam kazandı” mesajını paylaştığı için İsmail Küçükkaya’ya edilmedik laf kalmadı. Bir gazeteci sadece gazetecilik yaptığı için... Üstelik bir de muhalif kesim saldırılarda başı çekti. Şimdi benzer bir itirazın hedefinde Meclis Başkanı’na Montrö Sözleşmesi’yle ilgili soru soran Muharrem Sarıkaya var. “Neden bu soruyu sordun,” diye. Belki bilmeyenler vardır, tekrar altını çizeyim: Gazetecinin görevi soru sormaktır, ayrıcalığı istediği her soruyu sorabilmektir, başkalarının işine gelmeyen soruları da sorabilmektir. Montrö yıllardır tartışılıyor zaten, Ankara’nın bir bileni Sarıkaya da bunun farkında. Ama hiç bilmeyen biri bile tek bir imzayla çıkılan İstanbul Sözleşmesi’nden sonra diğerlerinden de bu kadar kolay çıkılıp çıkılmayacağını sorar, bu örneği, hatta daha fazlasını da verir. Ben olsam “Lozan’dan da böyle çıkılır mı,” diye sorardım. İlk aklıma gelen bu olurdu hatta. Peki bu saldırılar ne? Moda tabirle “zevzeklik” ama gazetecilik hocası Tuğrul Eryılmaz’la özdeşleşen ifadeyle “ruh hastalığı” sadece.
Ne kadar boş bir yazı
Sırf Tuğrul Eryılmaz link verdiği için Gürsel Göncü’nün #Tarih dergisinde Oğuz Atay’ın çalınan ve sonra kitap olarak yayımlanan günlüğüyle ilgili yazısını okudum. Bilmeyenlere hatırlatma: “Upper Cihangir”in bir numaralı düşmanı Ertuğrul Özkök bu günlüğün izini sürmüştü. Göncü de günlüğün yayımlanma sürecinde kritik rol oynayan isimlerden biri. Ama hala o defteri kimin çaldığı bilinmiyor. Tarihe not düşme amacındaki bir dergide olayın birinci tanıklarından birinin uzun yazısında bu konuyu aydınlatmasını beklenir normalde. Ama boş, bomboş bir yazı. İçinde tek yeni bir bilgi yok, bol bol ahkam ve had bildirme var. Sonuçta Atay’ın günlüğünü kimin çaldığı hala sır.
...derken ben bu yazıyı yazdım, bugün T24'te Milliyet'in eski kültür-sanat şefi Ayça Atikoğlu günlük olayını sonunda aydınlattı. Uzun yazının özeti şu: Boğaziçi'nden M.B. isimli bir kişi günlüğü alıp o dönem Milliyet'te çalışan Ziya Derlen'e ulaştırıyor. Bir gün toplantı sırasında Ömer Madra yazarların yayımlanmamış eserleri hakkında yazı dizisi önerince Derlen de günlükten bahsediyor, Enis Batur da yayımlıyor. Başka dedikodular, Atay'ın birlikte olduğu Pakize Barışta'nın bunun üzerine Milliyet'i basması, EB'nin 'sokulgan okur' olmadığı belli Barışta'nın yaptığı bir intihali yüzüne vurması da var yazıda... Şimdi geriye tek bir soru kalıyor: M.B. kim?
Beni Türk matbaalarına emanet edin
Geçenlerde Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” romanının estetik bir obje olarak hiçbir albenisi olmadığını yazmıştım. Yazının içinde Metropolitan Müzesi’nin kitaplarını Türkiye’deki matbaalarda bastırdığına dair de bir ifade vardı. Önceki gün Ofset Yapımevi’nden Sermet Tolan bir not gönderdi: “Metropolitan Türkiye’deki matbaalarla değil, sadece bir matbaa ile çalışıyor. MoMA, Guggenheim, Phaidon gibi. Biraz kibirli ve hassasız bu konuda, mazur görün lütfen.” Konu matbaalar değildi gerçi, ama doğru bir hatırlatma. Ofset hakikaten de dünyanın önde gelen matbaalarından biri, birçok prestijli yayınevi kitaplarını bu sayede Türkiye’de bastırıyor. Türkiye için de saklanası çok güzel basıyor Ofset. Bunlardan biri YKY’den çıkan Bülent Eczacıbaşı’nın “İşim Gücüm Budur Benim” isimli kitabı. İçeriği zaten kuvvetli, ama kitabı tutması, kağıdı, verdiği his de etkileyici. Bu yüzden aynı yayınevinden çıkan Orhan Pamuk’un kitabının nasıl bu kadar ‘ucuz’ göründüğüne dair itirazımı sürdürmek istiyorum.
Bu vesileyle kağıdı, yurtdışında basılması, sınırlı baskısı, fiyatıyla çok tartışılan Yılmaz Özdil’in “Mustafa Kemal” kitabına da değinmem şart. Özdil’e vurma modasına kapılanlardan değilim. Ama dünyanın önde gelenleri en özel kitaplarını Türkiye’de bastırırken üstelik de Atatürk hakkındaki bir kitabın yurtdışında basıldı diye pazarlanmasını o gün de anlamamıştım, bugün de. Kim bilir, belki Türkiye’nin bu konuda ne kadar ileride olduğu bilinmiyordu. Ben yazarak hatırlatmış olayım. En kaliteli kitaplar Türkiye’de basılıyor—kastım zarf, mazruf değil.
Bu bilgiyi nasıl unuttum
Sanat eleştirilerine “Çekmeyen anten taksın,” düzeyinde yanıt verilirken Alinur Velidedeoğlu’nun açtığı sergiden bahsetmiştim. Geçen gün Serdar Turgut hatırlattı; Velidedeoğlu’nun ABD’de Türk televizyonlarının izlenmesini sağlayan bir şirketi olduğunu. Bilmez miyim… Üstelik arkadaşım…
Öyle espri üretebilen biri değilim, ama sanat sergisi açan Alinur’un aynı zamanda anten takmasındaki mizahı gözden kaçırmamam gerekiyordu. Malzeme çok fena harcanmış oldu. Kaç gündür kafamı duvarlara vuruyorum, bir ara oturup yazıyı yeniden yazmayı bile düşündüm. Ama aklımdan çıkmış; “yaşlılıque” işte.