Böyle de olmaz ki
Dün New York sokaklarında memleketimi düşünürken “Best of MFÖ” albümünü yine dinledim. Ocak ayından beri Gain’de Mazhar Fuat Özkan’ın dünden bugüne hikayesinin anlatıldığı “Ele Güne Karşı” adlı bir belgesel varmış meğer. Elçin Yahşi’nin Oksijen’deki sayfalarından yeni öğrenip bir oturuşta izledim. İçinde şarkılar, kavgalar, daha önce görmediğimiz görüntüler, dostluk, sevgi, kızgınlık, hüzün var. Her MFÖ şarkısı çalındığında olduğu gibi kendi hayatımıza dokunan o anlar yine gözümüzde canlanıyor. Hangi şarkı sözünü kimi düşünerek tekrarlamıştık, hangi MFÖ şarkısını kime adamıştık. Bir zamanlar kime aşık olmuştuk; peki ismi neydi…
Belgeselin amacı MFÖ’yü anmak, ama kastı olmamasına rağmen çok tartışılan bir sorunun yanıtını satır aralarında buldum. Cumhurbaşkanı Erdoğan son yıllarda ayrı ayrı vesilelerle siyasi iktidar olduklarını ama kültürel iktidar olamadıklarından yakınmıştı. “Medyamız bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor,” dedi. “İlimde, sanatta, kültürde benzer sıkıntılarla karşı karşıyayız. Dünyaya kendimizi anlatamıyoruz. Bunun için de fikri iktidarımızı da hâlâ tesis edemediğimiz kanaatindeyim.”
BATILI BİR GRUP
Duvardaki Türkiye kiliminin en önemli desenlerinden biri olan MFÖ’nün sırrı belgeselde çok bariz ortaya çıkıyor: Adamlar çok sağlam be abi. Ama onları bu kadar iyi yapan kültürel ve siyasi iklimin, Türkiye’nin Batılılaşma macerasının da katkısı ortada. Belgesel özellikle bunu vurgulamıyor, ama Paris’te 40 metrekarelik bir apartman dairesinde “Cusine Chinoise” yiyip Fransızca konuşurken nereden geldikleri, neyi temsil ettikleri de anlaşılıyor.
Mazhar Alanson’un babası operacı, kendisi devlet konservatuarından mezun. Özkan Uğur belki de Türkiye tarihinin en ilerici müziğinin yapıldığı – ‘Turkish psychedelic rock’ olarak dünya literatürüne geçti – yıllarda rock gruplarında bass gitar çalıyor. Saint Joseph mezunu Fuat Güner aynı zamanda mühendis. Sonradan sufizm, tasavvuf da MFÖ’nün müziğine sızıyor ama grubun üyelerinin dünyaya bakışlarını Batı eğitimi ve kültürü, yüzünü Batı’ya dönmüş Eski Türkiye’nin üniversiteleri, konservatuvarları belirliyor.
En bilinen şarkılarının kaydını bile Batı’da yapıyor grup. Belgeselde “Amsterdam bizim için ikinci İstanbul oldu,” diyor Güner, Paris’te albüm yapmanın yaratıcılıklarına etkisinden bahsediyorlar. Ta dünden bugüne Alanson’ın şarkı sözlerinde de Batı başkentlerine göndermeler var. Paris, New York adıyla anılıyor; Amsterdam’ı sarı lalelerin alındığı çiçek pazarından bile anlıyoruz. Grubun pek bilinmeyen “Barcelona” diye İngilizce bir şarkıları bile var. 80’lerde yurtdışı çok uzaktı, ama MFÖ neredeyse hep oradaydı.
Aslında grup başlarda hiç Türkçe söylemeyi bile düşünmüyor, doğrudan İngilizce sözler yazmaya çalışıyordu. Bu şarkılar tutmadı çünkü yapay ve özentiydi. Sonunda Batı’dan öğrendiklerini Türkiye’nin kendi motifleriyle karıştırdıkları formülü bulunca popüler kültür tarihimize damgasını vurdu. Yalnızlık, seyahat etmek, ava giderken uyanmamak, sirenler, sentetik gıdalar, alışkanlıkları, yolları yıllar önce ayrılmış aşıkların yeniden buluşması, kararsızlık, tutarsızlık, kaybolmak, başı boşluk, bohemlik, iç sorgulama… Aslında MFÖ şarkıları bireyin hikayesi, birey de Batılı bir karakterdir. Bir dönemin Mazhar’ı tam “L’Étranger.” Kültürel iktidar bu işte.
LİBERALLERDEN NARGİLECİLERE
Bir yazısında “kültürel iktidar” kavramını irdeleyen Murat Belge’ye göre Osmanlı’nın Sanayi Devrimi’nin dışında kalması ve matbaanın gecikmesi “uluslaşmanın belli başlı dinamiklerinden biri olarak kabul ettiği ortak entelektüel hayatın oluşmasını engelledi.” Batı’dan uzaklaşmanın doğal sonucu kültürel iktidarın oluşamaması. Bugüne kadar “No Problem” olanın Ankara’da “problem” olmaya başladığını da Cumhurbaşkanı tekrarlayıp duruyor işte. O söylemese de görünüyor.
Başlarda böyle değildi oysa. AK Parti ve Erdoğan daha yolun başındayken yerleşik bir kültürel iktidarı kucaklarında bulmuştu. Sayıları az ama etkileri çok liberaller bugün şikayet edilen açığı gayet iyi gideriyorlardı. Onların da tamamı matah değildi, ama bugün televizyonlarda, gazetelerde boy gösterenlere kıyasla gömlek gömlek üstünlerdi.
Tek bir isme dikkat çekmek istiyorum: AK Parti’nin en büyük liberal destekçisi ve sonradan ilk liberal muhalifi Cüneyt Ülsever. Başka bir mahalleden olmasına rağmen “gömlek değişimini” ilk savunan, duyuran, adeta dönüşümün ideolojik altyapısını hazırlayan kişiydi. AK Parti’nin bugün hayranlıkla AB yolundaki ilk döneminden ne zaman vazgeçildi, Ülsever desteğini çekti ve tasfiye edildi. Bir köşe yazarının desteğinin tek başına ne anlamı var; ama simgesel bir kopuştu bu. Zaten kısa süre içinde AK Parti açık açık “Liberal kesimler bu süreçte bir şekilde paydaş oldular, ancak gelecekte bizimle olmayacaklar,” deyip bağı kesti. Ama işte Harvard doktoralı Cüneyt Ülsever’le FaceTime’dan arandığında ekranda kocaman “kaydediliyor” uyarısını bile görüp anlamayan birinin iktidarı savunması arasında bir kalite farkı ortaya çıkıyor.
En ufak bir eleştiriyi söyleyen yandaşın bile ekranlardan uzaklaştırıldığı, televizyonlara isim listeleri yollandığı, elemelerin ardından ortamın kifayetsiz muhterislere kaldığı bir noktaya kadar geldik. Kültürel iktidar bunlarla mı inşa edilecekti? Eski liberallerden farklı olarak bu tiplerin entelektüel birikimleri olmadığı için kendi kendilerini rezil ederek sahneden ayrılmaları çok çabuk ve gülünç oluyor. Elde kimse kalmayacak bu gidişle.
Batı’yla o bağ hiç kopmayacaktı işte. Yüzünü Batı’ya dönmek en azından sistemi belli bir seviyenin üstünde de tutuyor ister istemez. Şu son 20 yılda hayatın her alanına hükmeden bir iktidarın altında yarım bir MFÖ bile çıkmaması bile eskiyle yeninin farkını gösteriyor, ele güne karşı.
*
https://www.youtube.com/watch?v=8I1LmVd9GUc
Not: “Ele Güne Karşı” belgeseli çok dürüst, grup üyeleri kendilerini oldukları gibi yansıtmışlar. Ama üç ana eksik var. İlki grubun Cerrahi Dergahı’yla bağı, her albümde bir ilahi seslendirmeleri. İkincisi, grubun – ama özellikle Mazhar’ın – şarkılarını reklamlara satması. Üçüncüsü, yine Mazhar’ın Ankara’dan İstanbul’a taşınması—hem grup, hem kültür, hem de Türkiye adına bir kırılma noktası aslında.
Not 2: Belgeselin yıldızı Özkan Uğur. Bir ara şarkı söylerken duruyor, duygulanıyor ve hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Ölümden döndüğü bir hastalık atlattıktan sonra hayatın hala elinde olduğunu fark ediyor adeta. Donup kalıyorsunuz ekranda. Özkan tabii ki Ringo; herkes Ringo’yu sever.