Eğlen coş işte Siboş
Hudson, N.Y.
Hafta sonu kiralık bir Toyota’yla New York eyaletinde Hudson nehri kenarında küçük şehirleri gezdim. Küçük lokantaların, hediyelik eşya mağazalarının, turistik antikacıların, yerel kitapçıların ve butik otellerin olduğu birbirine benzeyen ana caddelerde “pride” hafta sonu dolayısıyla gökkuşağı bayrakları asılıydı. Sayıları o kadar fazlaydı ki bir ara bana bile abartılı geldi. Bana. Bile.
Büyük ya da küçük Amerikan şehirlerinin belediyeleri değil sadece kendilerini gökkuşağı bayrakları asmaya mecbur hisseden. Epey bir süredir kapitalizm de bu hafta sonunu sahiplendi, saç kreminden kurabiyeye ambalajlarına gökkuşağı renklerine boyuyor. LGBT+ bireyleri her zaman ciddi bir tüketici grubuydu, ama ana akım markalar diğer tüketici kitlelerini ürkütmemek için bu bağı özellikle vurgulamazdı. Ancak son yıllarda bir değişim oldu. Haziran ayına özel gökkuşağı logolu ürünler çıkarmanın bu kültürü görmezden gelmekten daha karlı olmaya başladığını fark ettiler. Ürkütme riski sahiplenmenin getirisinden düşük olmaya başladı.
MADONNA’DAN SİBEL CAN’A
Ben gökkuşağı bayraklarına bürünmüş küçük şehirlerin ana caddelerinde yürürken Türkiye’den – yine – biber gazı ve bir gazetecinin George Floyd’un ölümünü andırırcasına yere yatırılıp boynuna basılması görüntüleri geliyordu. Dünyanın en büyük starlarından Madonna bile kendi ülkesinde bir bayram gibi kutlanan “pride” hafta sonunda en yakın arkadaşlarından birinin ülkesinde – evet uzun yıllardır en yakın arkadaşlarından biri Türk –neden bu kadar fazla polise gerek duyduğunu anlamadığını söylüyordu.
İstanbul’daki son “pride” yürüyüşü 2014’te yapıldı, sonra çeşitli bahanelerle tıpkı milli bayramlar gibi yasaklandı. Bu sene pandemi yine kullanışlı bir bahaneydi, ama bir grup takmamayı tercih etti. Birkaç gün önceki piknikte saldırıya uğramalarına, bunun başlarına geleceklerin provası olduğunu bilmelerine rağmen. Özgürlüğe giden yollar mücadeleyle açıldığı için izin beklemeyip gerektiğinde ara sokaklara girdiler. Sonuçta tarihe Alman olduğu söylenen bir turistin elinde gökkuşağı bayrağıyla polisi arkasına alıp dans ettiği görüntüler kaldı. Bu sene bir kıpırdanma, bir uyanış oldu sanki.
Geçen yaz bütün dünyayla birlikte Türkiye de George Floyd’un öldürülmesini izlemişti, hatta Amerika’daki protestoları günlerce takip ettik. Bir sene sonra benzer bir görüntünün Taksim’de yaşanması, boynuna polis tarafından basılan gazetecinin öleceğini açıklaması Minneapolis’te kanat çırpan kelebeğin Taksim’de etkisini göstermediği şeklinde yorumlanabilir. Ama her ne kadar yasaklanmaya çalışılsa da cep telefonu görüntüsü sayesinde hepimiz tanıklık ettik. Hakikaten orada ölebilirdi.
Yine de Floyd olayından Türk polisi de biraz olsa ders aldı mı düşünmeden edemiyorum. Bu haberler boşuna yapılmamış. Agence France-Press muhabiri Bülent Kılıç gözaltı otobüsünden kendisini almaya İlk Emniyet Müdür yardımcısı ve Beyoğlu Emniyet Müdürü’nün geldiğini anlatıyor. “Çıkardılar odalarına özür dilediler,” diyor. “Bu çok tehlikeli bir düzeye geldi, onlar da gördü. Onur Haftası’nda bir gazetecinin öldürülmesinin altından hangi emniyet müdür kalkabilir. Bunu gördüler, anladılar.” Bu özür ancak kurumsal nitelik kazandığında anlamlı olur; devlet gazeteciyi, öğrenciyi, meydanda yürüyüş yapanı, protesto hakkını kullananı düşman görmediği sürece. Yine de üst düzey polis yetkilisinin bir gazeteciden özrü sanırım ilk.
En önemli gelişmelerden biri ömrü devlet erkanının assolisti olarak geçen Sibel Can’ın gökkuşağı renklerini Instagram sayfasında paylaşıp onur haftasını kutlaması Türk şöhret kültürü için bir dönüm noktasıydı. Özel olarak bir LGBT+ hayran kitlesi olduğu söylenemez Sibel Can’ın. Hatta benim bildiğim LGBT+ müttefiki tek Sibel Can yıllarca Kasımpaşa Askeri Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı olarak görev yapan Sibel Can. Ama assolist Sibel Can bile – ne kadar hesap ederek hareket ettiğini magazini uzağından dahi takip eden bilir – tarihin bu dönemecinde destek olmanın sessiz kalmaktan ya da karşı çıkmaktan daha doğru bir duruş olduğunu fark etti. Ya da belki de ticari düşündü. Ne yalan söyleyeyim, gidip bütün Sibel Can albümlerini alasım, müzik sesinin kimseyi rahatsız etmeyeceğine karar verildiğinde bütün konserlerine gidesim var şimdi.
Zaten tam da bu yüzden 2020’de “Aşk aşktır,” sloganını twitter hesabından paylaşıp “pride” haftasını kutladı çikolata markası Godiva. Gökkuşağı sattırır.
Markanın yöneticisi Burak Elmas daha geçenlerde Galatasaray başkanı seçildi, ama ben bu yazıyı yazana kadar “pride” t-shirt’üyle poz veren futbolcusunun arkasında durmamış, sessizliği tercih etmişti. Taylan Antalyalı bir anlamda devrim yaptı halbuki, ama o kadar çok ilkel baskıyla karşılaştı ki birkaç gündür geri adım atmak zorunda kaldı. Oysa Elmas çikolata firmasını yönettiği gibi “Love is love,” diyerek futbolcusuna destek verse belki maddi sıkıntıdaki kulübe ticari açıdan katkıda bulunurdu: Taylan formaları neden satış rekoru kırmasın? Brooklyn Nets oyuncusu Jason Collins dolaptan çıktığında formalar kapış kapış gitmiş, basketbolla ilgilenmeyen, hatta takımı tutmayanlar bile satın almıştı. LGBT+’nin hiçbir şeyi yoksa en azından yoğun harcama alışkanlığı var.
DESTEKLERİN ASIL ÖNEMİ
Sibel Can’ın, Taylan Antalyalı’nın, bir çikolata veya bira firmasının “pride” kampanyaları ya da belediyelerin astığı bayrakların hedef kitlesi ben değilim. Ama bir divanın, bir futbolcunun ya da iş dünyasının dışarıdan verdiği desteğin, sadece müttefik olmasının – LGBT+ harf sıralamasında A harfi – kendi hayatını istediği gibi yaşamak isteyen, bütün baskılara, etrafında örülen karanlığa rağmen yaradılışını değiştiremeyeceğini bilen, çıkış yolu arayan gençlere bir umut ışığı olduğunu biliyorum. “Ben kimim ki yargılayayım,” diyen ve bu hafta el yazısı bir mektupla eşcinsel bir rahibe “Sen bütün insanların din adamısın,” diyen Papa’nın bu jestinin Katolik dünyasında ne anlama geldiğini bildiğim gibi—üstelik İslam’dan daha ilerici değil Katoliklik.
Hepimiz tünelin ucunda ışık görmek isteyen gençlerden biri olduk bir dönem. Ben şanslı olanlardandım, elimden tutanlar, destek çıkanlar oldu. Bugün bu düşüncelerimi ifade edebilecek kadar şanslı ve ayrıcalıklıyım.
Ama kimimiz bu yolculukta intihar etti, öldürüldü, dayak yedi, istatistik olarak anıldı veya unutuldu. “Siboş” ya da o Alman kadın, tabii ki Madonna, Taylan Antalyalı ayrıcalıklı ve şanslı olmayan ve bir çözüm yolu bulamadıklarını düşünen bu insanlara ellerini uzattılar, yalnız olmadıklarını gösterdiler: Lale Devri çocuklarıyız biz ve zamanımız asıl şimdi. Tribünlerde ve gazinolarda kullanıla kullanılan eskiyen bir slogan uzun zamandan sonra ilk kez hak ettiği yere gidiyor: Türkiye sizinle gurur duyuyor.