"Upper Cihangir" neden benden nefret ediyor
Beni uzun yıllardan beri takip edenler Hürriyet’te yazmak için her şeyi yapmak istediğimi düşünür. Haksız da sayılmazlar, uzun yıllar sahiden Hürriyet’te yazmak istedim. Aslında benim derdim Hürriyet de değildi. 16 yaşında kapısına köşe yazarı olmak için dayandığım Ertuğrul Özkök’le çalışabilmekti. Sadece Beykoz Konakları’nda dağıtılan bir gazetenin başında olsaydı da onunla çalışmak isterdim. Çünkü birlikte basın tarihinin seyrini değiştirebilecek işler çıkarabileceğimizi düşündüm hep. Murathan Mungan’ın bir erkeğe yazdığı aşk dizelerini tam bu noktada alıntılamak isterim: “Çok istedim, çok istedi, çok istedik… Ama olmadı.”
Babıali’de bir kere yayın yönetmeni olunca hep yayın yönetmeni kalınır, 20 yıl Türkiye’nin en etkili gazetesini yöneten – bıraktığı anda da gazetenin ani çöküşüne tanık olan – Özkök de bir anlamda hala Türk medyasının yayın yönetmenidir. Önceki gün bana yeni bir görev biçmiş köşesinde. Bir an önce Türkiye’ye dönüp “Upper Cihangir”den yazılar yazmamı öneriyor. Türkiye’nin kültür-sanat lobisinin nabzının attığı Cihangir’e mahallenin lordu / ağası Tuğrul Eryılmaz bu ismi taktı ve epey tuttu. (Özünde taşralı olduğu için ağa, Cambridge’e gittiği için lord.) Ancak Özkök’e göre mahallenin nabzını T24’te tutan Eryılmaz’ın kaynakları sınırlı, hep aynı isimlerden bahsediyor, mahallenin dışına çıkamıyor, kendi çevresini ürkütmemek için elini korkak tutuyor. Yazılı basındaki ilk ustam Eryılmaz’ın yerine ben geçebilir miyim?
20 YIL ÖNCE CİHANGİR’İ BEN YAZDIM
Açıkçası yaklaşık 20 sene gecikmeli bir teklif. Bu fikri ilk kez Radikal’in eklerine “Kent Fısıltıları” olarak önermiştim. Aslında aklımdaki kolektif bir köşeydi. Gazetenin her çalışanın bilgi aktarabileceği, imzasız bir entelektüel magazin köşesi. İlk bir-iki hafta öyle gitti ama Türk basınındaki her şey gibi iş yapanın başına kalıyor, bir süre sonra tamamını ben yazmaya başladım.
Başlarda şunun kitabı çıkıyor, bunun filmi çekiliyor, burada yeni bir mekan açıldı gibi sıradan haberler veriyordum.
Her şey bir New York gezisinde değişti. O günlerde New York Times’da “Boldface Names” isimli bir köşe başlamış, şehirden haberler veriyordu. İsimler kalın ve büyük harfle yazılıyor, ayrıca dili de gazetenin ağırlığına uymayacak şekilde alaycıydı. Uçakta bu köşeyi okurken hemen o dönemki editörüm Elçin Yahşi’yi aradım. Önce isimleri bold’ladık, büyük harfle yazmaya başladık. Sonra ben yavaş yavaş alay dozunu artırmaya başladım. Kısa süre sonra anonim bir dedikodu köşesinden benim bugün “Upper Cihangir” olarak bilinen çevreyle dalga geçtiğim bir yere dönüştü.
“Kent Fısıltıları”nın unutulmazları arasında o dönem İstanbul’da herkesin pek övdüğü Refika adlı bir cafe için “Bu şehirden gidecek!” kampanyası vardı. Sahibi müşterilerine kaba davranıyor, çay isteyenleri tersliyor, fiyata itiraz edenleri mekanından kovuyordu. Benim yazılarım yüzünden çok önemli bir davet iptal olmuştu; imza toplayıp şikayete geldi.
Bir diğer başarım “tatile göbeğini de getirdiğini” yazdığım Serdar Bilgili’yi yeniden spora başlatmaktır. Yazının çıktığının ertesi gün Planet’te koşu bandında görüldüğü aktarıldı.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden siyasete atılan bir profesörü Ankara Sheraton’da sabah erken kahvaltı salonunda gördüğümde “Uyanma sorunu olduğu için sabah derslerini tercih etmeyen,” ifadesini kullanmıştım; okuyunca sinir krizi geçirmişti.
New York Times’ın “şahin” yazarı William Safire bile köşeye konuk olmuştu; Türkiye’yle dalga geçtiği bir yazının Türkiye’de övgüyle karşılanması üzerine bana telefonda “Demek ki hala dostlarım var orada,” dediğinde.
Nilgül Utku’ya “Kentin en güzel kadını” payesini verince “Upper Cihangir” kadınları arasında rekabet birden kızıştı. O güne kadar yaygın rekabet Güllü Aybar ve o zamanki adıyla Lal Feray arasındaydı, ama “Kent Fısıltıları”nın durduk yere Utku’yu taçlandırması hiyerarşiyi sarsmıştı.
Bunları ciddi ciddi düşündüğümü zannetmeyin, o zaman da dalga geçiyor ve eğleniyordum, şimdi de hatırladıkça gülüyorum. Bir fırsatım olsa bugün çoğu Radikal arşivinde kaybolan 2001-2003 arasındaki “Kent Fısıltıları” yazılarımdan yakın dönem Upper Cihangir tarihini kitap yapmak istiyorum aslında.
Arada fena olmayan haberler de aktarıyordum: Pennsylvania’yı ziyarete giden bir futbolcu, Modacı Hakan Yıldırım’ın “birlikteliği” kuaför Kemal Doğulu’dan ayrılması, Cüneyt Özdemir’in o dönemki sevgilisinin doğum günü partisine hiçbir kadını çağırmaması, Kenan Doğulu’nun “Türkiye’nin en güzel kadınıyla birlikteyim,” diye tarif ettiği Tuğçe Kazaz’dan ayrılması, kırmızı Puma ayakkabılı Bebek Manavı’nın sosyetedeki hızlı yükselişi…
İşin parodi kısmını iyice abartmak için bir süre sonra “Kent Fısıltıları” sadece aynı insanlardan bahseden bir köşeye dönüştü: Her hafta Perihan Mağden, dönemin meşhur gece kulübü Safran’ın sahibi Aslı Altan, Murathan Mungan, Tuğrul Eryılmaz, Yıldırım Mayruk ve Barbaros Şansal, zaman zaman da adını saydığı ünlülerin arasında geçiren Oray Eğin’den bahsetmeden olmazdı. Dil de o dönem İstanbul’daki “G” bireyleri arasında yaygın olan “edilgen çatı”ya uygun inşa edilmişti: Gidildi, görüldü, yapıldı, konuşuldu…
MUHTEŞEM FİNAL
Her güzel şey gibi “Kent Fısıltıları” da kendi içinde patlayarak bitti, bir döneme hapsoldu. Bir gün Milliyet yazarının Milliyet toplantısına gitmek için para istediğini yazmıştım—dedikoduyu da Milliyet ombudsman’ı vermişti. Bir önceki hafta aynı yazarın Demir Özlü’yle Tezer Özlü’yü karı-koca sandığını, Kaktüs Cafe’de gördüğü Özlü’yü “karısını” kanser ettiği için sevmediğini söylediğinden bahsetmiştim. İki yazıyı da okuyan Orhan Pamuk bana “İlk yazı bir boks yumruğuydu, ikinci yazı makineli tüfeği çıkartıp ateş etmek,” demişti. Mehmet Y. Yılmaz’ın o zaman özel bir Ece Temelkuran hassasiyeti vardı, bu yazılardan sonra benim işime son verildi. Köşeyi tekrar diriltme çabalarım aynı etkiyi yaratmadı, çünkü o mahalleyle ve o gazeteyle bir anlamı vardı. Zaten sonradan da ben başka bir kulvara ilerledim. Tabii “Upper Cihangir”de “persona-non-grata” ilan edildim. Bugünlerde mahalleye gizli gizli gidiyorum ve düşmanların radarından kaçarak ağa / lordla görüşüyorum—bir haftaya arayacağım yine, hediyelerim var. İşin ironik tarafı T.E. o dönem “Kent Fısıltıları”ndan – en azından kamusal alanda – nefret ederdi. Şimdi ben nasıl onun tahtına göz dikerim?
Uzun vadede o köşenin bana getirisi de oldu tabii. Abartmayacağım, bana kalırsa “Kent Fısıltıları”nı o dönem atlamak Ertuğrul Özkök’ün yayın yönetmenliğinin en büyük hatasıdır. Ama o köşe yazılan tek bir yazıyı (“İstanbul kankalar haritası”) okuyup beni keşfedense bugünkü köşe komşum Serdar Turgut’tu. Cihangir uzak olsun benden, Brooklyn’de gayet iyiyim.