Upper Cihangir'den siyasi ve gastronomik dedikodular
Mahalle Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur ama geçen hafta başarılı ve kısa süren bir ameliyat geçirince meydanın bana kaldığını fırsat bilerek Upper Cihangir’e gittim. Burası kendisini Türkiye’nin kültürel elitinin merkezi olarak ilan etmesiyle biliniyor, bense mahallenin “persona non grata”sıyım. Ama Upper Cihangir aynı zamanda siyasi olarak yanılmasıyla, Türk düşünce hayatında iktidar sahibiyken hep yanıltmasıyla da meşhur.
Pek çokları gibi Cihangirli liberaller de 2023’te yeni Türkiye hesabı yapıyorlar, ama mahallede yankılanan senaryolar söz gelimi İzmir’deki sofralardan epey farklı. Beyaz Türkler ülkenin dört bir yanında ya önümüzdeki kasım ayında ya da zamanında seçim olacağını, bu sefer sonucun farklı çıkabileceğini düşünüyorlar. Televizyon projeleri ve dizi senaryoları da bu hesaba dayanarak bekletiliyor.
“Uzun zamandır ekranda yokum, şimdi bir buçuk sene için yandaş bir kanala çıkıp da adımı yıpratmaya değmez,” diyor bir ünlü.
Ancak Cihangir’de “Erdoğan galiba bütün bu kayıpları toparlayacak, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edecek,” havası hakim. Liberaller bu senaryoyu iktidarın HDP’yle anlaşma ihtimaline bağlıyorlar. 2000’lerin başında Erdoğan’la Türkiye’de İkinci Cumhuriyet’i kurmak isteyen bu kafa sonradan Selahattin Demirtaş rüzgarına kapılmış, bir ara da FETÖ’yle işbirliği yapıp iktidarın karşısında cephe almıştı. Neye el attılarsa tutmadı, şimdi ümitlerini bir kez daha Erdoğan ve Kürtler işbirliğine bağlamış durumdalar. Oysa zamanında Kandil açık açık HDP’yi Cihangir etkisinden kurtulması için uyarmıştı. Belli ki dinlemiyorlar. Cezayir Lokantası’nda paneller yeniden başlarsa şaşırmayın. AK Parti’yle HDP’yi birleştirme çabaları hız kazanacak önümüzdeki günlerde, bakalım T24 ne yapacak bu durumda. Upper Cihangir’in hedefinde bir süredir Meral Akşener var. Beyaz Türkler arasında Akşener’in yıldızı parlayadursun, mahallede sürekli puan kaybediyor. Hep aynı şeyi söylüyorlar: “Kürtlere yeteri kadar elini uzatmıyor.” Kendisini milliyetçi-sağ bir partinin lideri olarak konumlayan Akşener tabanını ve partisini bir arada tutarak daha ne yapabilir; HDP’ye en ufak bir sempati gösterdiğinde hem iktidarın hem kendi partisinin hedefi oluyor. Ama Upper Cihangir bu dengeli duruştan memnun değil, açık açık HDP’ye somut vaatler vermesini istiyorlar. Bunun imkansızlığı ortada. Ama ben yine de mahallede “Seçimlerde Erdoğan ve Akşener karşı karşıya kalırsa mevcut düzenle devam etmek daha doğru olabilir,” diyeni duydum.
İşin daha da komiği, daha keskin muhaliflerse Akşener’i fazla liberal buluyor, hatta liberal aydınların çok fazla etkisinde olduğunu düşünüyor. Bu aralar en zoru Meral Akşener olmak herhalde.
*
İsimlerini vermeyeceğim, ama Müteahhit Bey, İnşaat Bey, Köprü Bey, Tünel Bey diye kod adlarını vereyim de tipolojiyi anlayın. Böyle bir masadan bana “Ankara’daki para sahiplerinin yüzde 70-80’inin Erdoğan’ın yanından ayrıldığı” bilgisi geldi. Hala yüzde 20-30 sadık bir kesim varmış, ama Cumhurbaşkanı’nın en yakınındaki bazı iş adamları şimdiden – artık ne zaman olacaksa – bir sonraki seçimde değişimden emin.
“Ne zaman karşı cephe almaya başladınız?” diye sordum.
“İlk kırılma Gezi’de başladı,” dedi bir tanesi.“Hadi canım,” dedim. “Gezi’den hangi müteahhit etkilenmiş uydurmayın.”
“Doğru, açıkçası Ekrem İmamoğlu’nun kazanmasından sonra biz de Erdoğan’ın artık gidebileceğini düşünmeye başladık.”
Ankaralı müteahhit kesimi İmamoğlu’nun tıpkı Erdoğan gibi strateji güttüğünü düşünüyor. “Çok akıllı bir şey yapıyor,” dedi bir tanesi. “Her akşam bir zenginle yemek yiyor.”
Her Ankaralı zenginin Erdoğan’dan uzaklaşma nedeni ayrı. Örneğin Müteahhit Bey artık bütün ihalelerin İnşaat Bey’e gittiğinden yakınıyor. Köprü Bey’in derdi Saray’dan kendilerine bıyık ve sakal bırakma telkini geldiği yönünde. Tünel Bey ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun yakınındaki bir-iki kişiden biri olmuş, tek misyonu onun Cumhurbaşkanı adayı olmasını engellemek.
“Aslında kendisi de kazanamayacağını biliyor, ama yanındakiler gaz verdikçe o da heves ediyor,” diyor. “Şimdi işimiz onu ‘Erdoğan’ı yenen stratejinin beyni’ olmaya ikna etmek.”
*
Upper Cihangir’in şarap butiği La Cave’ın adı Çağdaş Market’ten değişeli epey oldu, ama “Esat Ağabey” hala dükkanın başında ve mahallenin ihtiyaçlarını karşılıyor. ABD’ye yanımda götürmek için almak istediğim hiçbir şarap yoktu. İçki reklamı yapıp başımı ağrıtmak istemiyorum, ama Türk şarap “mozaiği” arasında Fatih Tutak’ın Türk restoranında içtiğim“mahrem” bir şişenin peşine düştüm ne zamandır. Üreticisi çok pahalı sattığı için Esat Ağabey almamış. Önerilen başka şarapları da ya yok ya da çok kötü diyerek reddetti.
“Bu şaraplar Amerika’ya götürülmez,” demesi vurucu darbeydi.
Sonunda iki tanesi onun önerisi, bir tanesi benim bildiğim üç şişeyi balonlu poşete koyarak aldım. 750 TL tuttu. La Cave aynı zamanda pahalılığıyla da bilinir mahallede, Esat Ağabey de cimriliğiyle. Yine indirim yapmadı.
*
Yiğit Karaahmet’le buluştuk, amacımız Nişantaşı’ndaki Delicatessen’e gidip gövde gösterisi yapmak… Ve etrafında görüşecek hiçbir arkadaşı kalmadığı için bu mekana gelip korumalarıyla tek başına oturmayı adet edinen Ahmet Hakan’la karşılaşıp rahatsız etmekti. Ancak sadece Türklerde görülen bir hastalığa kapıldığını köşesinde okuyunca vazgeçtik: Klima çarpmış. Tabii bu işe gitmeme bahanesi de olabilir, çünkü patronu koltuğunu devralacak birini alsa onu görevden alacak. O da tarihin en başarısız gazete yöneticiliğinden bir an önce kurtulmanın peşinde. Asıl hastalığı klima çarpması değil, metal yorgunluğu. Bu sene de aynı koltukta oturmaya devam ederse sık sık hastalanacak, haberiniz olsun.
Bir başka yerde, Brasserie’de eski Galatasaray başkanıyla bir Habertürk yazarının sohbetini bölmek istemedim. Ama belki Habertürk yazarı kamuoyuna eski Galatasaray başkanının nasıl oluyor da son 25 senedir başından geçen onca şeye, mesela futbolun kara kuyusuna düşmesine veya iflas etmesine rağmen görüntüsünün hiç ama hiç bozulmadığını, hiç ama hiç değişmediğini anlatır. Gençlik sırrı değil, ama zamanda donup kalmanın görüntüsü başkanınki ama az başarı değil. Bana kalırsa Galatasaray'ın başındayken elde ettiğinden daha büyük başarı tek bir yaşlılık belirtisi olmadan, neredeyse balmumu müzesinden fırlamış gibi kalabilmesi.
*
İyi ki birkaç yemek yazısı yazdım, bu konuya devam etmem için muazzam bir mahalle baskısı altındayım. Bebeköy’deki Amanda Bravo’ya giden dış politika uzmanı bir gazeteci arkadaşım. “Türk mutfağını güncelleyip yenilemek istiyorlar, ama bence vasat,” dedi. “Mesela domatesli pilavı geliştirmişler ama domatesli pilav başlı başına o kadar güzel bir yemek ki ancak orijinal lezzeti aşabiliyorlarsa dokunmaları lazımdı.” Hak vermemek elde değil.
O akşam ben de Amanda Bravo’ya gidebilirdim, ama bir sonraki seyahate kaldı. Hava muhalefeti yüzünden çok merak ettiğim Smelt & Co’daki yemeğimizi de iptal ettik. Bebeköy’de Momo’da mükemmel bir akşam yemeği ve Çeşme plajlarından kalma kuzu kulağı ve erikle yapılan kokteyle İstanbul’a veda ettim.
Ama giderken aklımda ne “fine dining” ne “tasting menu” restoranları vardı. Lower Cihangir’deki Cold Bread adlı bir sandviç dükkanında yediğim sucuklu tosta kafayı takmış durumdayım. Sucuklu tost düşünmek elit havamı yerle bir ediyor mu? Bir sucuklu tostun akılda kalır nesi olur, diyorsanız tarif edeyim: Bir kere sipariş üzerine bir fırından alınan bazlama ekmeğiyle yapılıyor, içine fazladan cheddar ve domates koyduruyorsunuz, lezzeti Bursa’dan özel yapım salça veriyor, sucuk da Afyon’dan getirtiliyormuş. Bu kadar ayrıntı kendiliğinden olmuyor. Bir zamanlar İstanbul’da çıtayı yükselten Münferit vardı, Cold Bread’i açanların da yolu Münferit’ten geçmiş. Münferit’in sahibi ve Beylerbeyi’nin veliahtı Ferit Sarper şimdi Çeşme’de sakal uzatıyor, ama müritleri İstanbul’da harikalar yaratıyor demek ki. Düşman bölgesi olmasa Cihangir’e her gün gidip sıkılına kadar yerim. Üstelik Tuğrul Eryılmaz’ın bile bütçesine uygun. Neyse, bu arada İstanbul’dan da ayrıldım. Bir süre daha bensizliğin tadını çıkarabilir mahalle.