"Lower Cihangir" kültür-sanat lobisi
Kendi kendimle çelişmeden derdimi anlatabilirim umarım. Hürriyet isterse Pulitzer kazansın, umurumda değil. Nitekim üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen seçtikleri “yılın kitapları” listesini de yeni gördüm. Gazeteyi okumadığım için bu listenin geleneksel olduğunu da bilmiyordum. Hürriyet başlı başına bir rezilliğin adı artık, ama eski gücünde olsa bile Orhan Pamuk’un roman sanatına hakaret olan “Veba Geceleri” romanını tepeye koyan bir listeyi ciddiye almak mümkün değil. Ondan daha kötüsü mülteci krizinden prim yapmaya çalışıp belki nihayet uluslararası alanda arzuladığı şöhrete kavuşma arzusuyla zorlaya zorlaya yazdığı romanıyla Hakan Günday’ın ikinci sırada olması. Neyse, liste, Hürriyet, bu yazarlar falan da değil derdim.
Bu listenin varlığından geçen hafta Tuğrul Eyılmaz’ın köşesi sayesinde haberim oldu. O kadar az kişiyi okuyorum, o kadar az kişi kaldı ki medyada tartışılıp tartışılmadığını bile bilmiyorum. Onun köşesinde görene kadar yok mahiyetindeydi; görünce de öfkelendim. Tuğrul Eryılmaz bahsedecek kadar ciddiye aldıysa ondan görüp ciddiye alabilecek birileri de daha vardır diye düşündüm. (Daha da kötüsünü söyleyeyim: Sınırlı bütçeyle geçinmesine rağmen Cuma günleri Hürriyet alıyormuş bir de.) Belki İstanbul merkezli kültür-sanat dünyasının hala nasıl işlediğinden, bu gibi listelerin nasıl yapıldığından haberi olmayan insanlar vardır diye bir güncelleme yapma gereği hissettim. 80’lerin Cumhuriyet Kitap eki, 2000’ler başı Radikal Kitap ya da arada yayımlanan birtakım edebiyat dergileri de olsa bu gibi listeler kültür-sanat dünyamızda hiçbir şeyin değişmediğinin göstergesi: kulüpçülük, birbirini kayırmacılık, gerontokrasi ve heteronormatif erkek egemenliği. Meslek hayatı bu konularla savaşmakla geçmiş Tuğrul Eryılmaz bilmez mi bunları; bilir elbette. Bu tiplerin mahallenin “upper” değil “lower” sokaklarına ait olduğunu da bilir. Ama yazmak bana düşer.
KÜLTÜR-SANAT LOBİSİ
Yine kendi kendimle çelişmeden anlatmaya çalışacağım. Listeyi Tuğrul Eryılmaz’ın köşesinde gördükten sonra Yiğit Karaahmet’in geçen sene yayımlanan “Deniz Ne Kadar Güzel” romanını ilk 10’da aradım önce. Sonra listenin tamamını gördüm, ilk 50’de bile olmadığını fark ettim. Karaahmet arkadaşım olduğu için özellikle dikkatimi çekti. Ama bu romana nasıl önyargıyla yaklaştığımı, manuscript’ini masaüstümde bir seneden fazla beklettiğimi bu köşeyi takip edenler hatırlayacaktır. Arkadaşım olmasa yayımlandıktan sonra okur muydum? Sosyal medyada o kadar çok konuşuldu, şöhretler o kadar çok paylaştı ki bu yaz bu kıpırdanmanın nedenini merak ettiğim için, en azından belki de kötülemek için okurdum.
Hürriyet jürisi ve yazı işleri okumamış ama. Üstelik her kitabı okumak ve değerlendirmek görevleri olduğu halde. Çünkü Karaahmet onları küçümseyen, alay eden, ciddiye almayan bir “düşman” gözlerinde. Yok sayarak kendilerince cezalandırdıklarını düşünüyorlar. Bu insanların çoğunu birebir tanıdığım, taşralılığın intikamını nasıl alamadıklarını 20 sene öncesinden Radikal koridorlarında gördüğüm için şaşırmıyorum.
Yıllar önce Zeynep Oral hakkında bir köşe yazısı yazdığımda bunun mesleki kariyerimin en belirleyici polemiklerinden biri olacağını düşünmezdim. Oral’la özel bir derdim de yoktu. İtirazım kültür-sanat dünyasında birtakım kapıları işgal eden kuvvetli figürlerin içeriye sadece kendi istediklerini, kendilerine biat edenleri, goygoy yapanları ya da kendilerini ibadet etmeye zorunlu hissettikleri figürleri almalarınaydı. Lisedeyken, yeni yeni Türk edebiyatını keşfederken bilmem kim özel ödülü alan romanların ne berbat ve okunamaz olduklarıyla yüzleşmem en büyük gençlik acılarımdandır. Nedenini yıllar sonra anladım: bir kulüp var ve üyeleri birbirlerini koruyor, yeni, genç, dışarıdan kimseyi de içeriye sokmuyorlar. Bu kulübün en önemli önderlerinden biri olan Zeynep Oral’a en ufak bir eleştiri getirince bütün üyeler bana saldırdı.
EŞ-DOST KAYIRMACILIĞI
Üzerinden yıllar geçince bu kulüpçülüğün değişmediğini görüyorum. Gümüşsuyu cafe’lerinde gözü sık sık personele kayan, Kırık Hoca’nın Zaman paçavrasının yazarı Hilmi Yavuz’un yılın en iyi sekizinci kitabını yazmış olması teknik olarak imkansız. (Kurgu dışı listede bir başka Kırık Hoca matbuatı ürünü Selim İleri de yer alıyor.) Zülfü Livaneli ne yazsa banko her listede yer alacak zaten; Oksijen gazetesinin listesi olsaydı patron kontenjanından en tepede yer alacaktı. Ahmet Ümit gibi fabrikatör yazarlar dünyada var, alıcıları da. İtirazım yok. Ama hiç kimse James Patterson’ın bir“ürününü” yılın kitabı listesine koyacak kadar kendini kaybetmiş değil Batı’da. Türk kültür-sanat dünyası Ümit’le arada rakı içtiği için bunun karşılığını vermek zorunda hissediyor. Özel bir yeteneksizlik emsali olan belediye meddahı Yekta Kopan da bu listede arkadaş kontenjanından 10. sırada yer alıyor; yarın öbür gün bir TV’ye kapağı atarsa ilişkiyi iyi tutmak gerek. Kötü bir yazar olmasına rağmen diğer kitaplarından bile daha kötüsünü yazmayı başarabilen Tayfun Pirselimoğlu da listede var, belli ki birilerinin arkadaşı. Orhan Pamuk tapınmak zorunda oldukları tanrı zaten.
Türk edebiyatı o kadar zengin değil, bu sene de öyle çok fazla ahım şahım kitap yayımlanmadı. “Deniz Ne Kadar Güzel” yok bu listede, çünkü kültür-sanat dünyamızın genç yazarlara yönelik önyargıları ve erkeklerin homofobisini de gösteriyor. Hiç değilse ayıp olmasın diye ‘queer’ içerikli bir kitap – üstelik de iyi bir kitap – listede çok seslilik ve temsil adına yer alabilirdi. Ama 50’nin altında yazarları zor okuyorlar ve queer içerik görünce kendi cinsel kimlikleri tehdit edilmiş gibi hissediyorlar. Bu yüzden azımsanmayacak bir nüfusa rağmen ‘queer’ kitap basmaya dahi çekiniyor yayınevleri. Dün Murathan Mungan da böyle görmezden gelinmişti. Sinirimi bozan da yıllara rağmen düzenin böyle aynı kalmasına.
Demek ki zaman zaman bunlara hadlerini bildirmek, cehaletlerini, iki yüzlülüklerini, yetersizliklerini statükoda balans ayarı yapmak için yüksek sesle haykırmak gerekiyor. Olur da hala Türk kültür-sanat dünyasını ciddiye alan falan varsa diye bu görev de genelde bana düşüyor. Hepsini çöp tenekesine atana kadar da bu yoldan dönmek yok.